1912’de Van’da doğup, Ermeni Soykırımında anne ve babasını kaybeden Ruhi Su, küçük yaşta Adana’da bir ailenin yanına verildi. Ermeni kimliği gizlenen Ruhi Su, “Benim için türkü söylemek bir aşk halidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım” diyordu.
Ermeniler’in Rumlar, Kürtler, Süryaniler ve Araplar gibi Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın en kadim halklarından biri olduğu bilinmektedir. Buna karşın, son yüzyıllık etno-dinsel arındırma politikaları çerçevesinde bunlardan Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar bu topraklardan neredeyse tümüyle tasfiye edilirken; Ortadoğu’da büyük bir çoğunluk sağlayan Araplar, bilinen topraklarında yaşamlarını sürdürmeye devam etmiş, Kürtler ise bu politikaları başlatan Türkçü İttihad ve Terakki hareketinin devamından başka birşey olmayan Kemalist rejimle ölümcül bir mücadele içine girmek zorunda kalmıştır. Üstelik, bu ölümcül mücadele Lozan Antlaşmasıyla Kürtler’in “ülkesi ve milletiyle” dörde bölünmesi üzerine, Kürdistan’ın dört parçasına yayılmıştır.
Bu toprakların kadim halklarından olan Ermeniler, tarihsel süreç içerisinde Anadolu’nun dört-bir yanına yayılmış ve bulundukları her bölgede, zenaatkarlıkları dolayısıyla toplumun ayrılmaz / vazgeçilmez parçası durumuna gelmişlerdi. “Alevi- Bektaşi Edebiyatında Ermeni Aşuğlar” konusunda yaptığım bir çalışmada; salt Anadolu ya da Konstantinopol Ekolüne bağlı Osmanlıca/ Türkçe yazan 140 dolayında şair ve aşığa yer vermiştim. Oysa, belirlemelerimize göre Osmanlıca, Anadolu Türkçesi ve Azerice yazan bu Ermeni şairlerin sayısı 400’ü buluyordu. Dahası, bunların birçoğu çeşitli toplum olaylarını şiirsel bir dille anlatan destanlar düzmüş “manzum halk tarihçileri” idi. Şu an arşivimizde, geçmiş yüzyıllardan bu yana çeşitli toplum ve doğa olayları üstüne yazılmış 50 dolayında destan bulunduğunu söylersek, halk tarihi açısından son derece önemli olan bu destan- şairleri hakkında bir fikir vermiş oluruz, sanıyorum.
Özellikle, 1915 Soykırımı ile büyük bir travma yaşayan Ermeni toplumu mensuplarının, bu vahim olayın 100. yıldönümüne tekabül eden 2015 yılında, dört-bir yanda gizlilik perdesini yıkarak gerçek kimlikleriyle ortaya çıkacakları tahmin edilmektedir. Alparslan Türkeş gibi bugün hayatta olmayan veya günümüzde onun gibi aktif politika yapan birçok siyasetçinin, gerçek “Ermeni” kimlikleriyle ortaya çıkamayacakları açık olsa da; bu rejimin gadrine uğrayan çok sayıda Ermeni’nin bu yıldönümünden sonra daha gür bir sesle kimliklerini haykıracakları tahmin edilmektedir. Üstelik, rejim Türkiye’deki Ermeniler’in sayısını 100 bin civarında verirken; Ermeni kaynakları bu rakamı 1 milyon olarak vermektedir. (M. Çetingüleç: Gizli Ermeniler Ortaya Çıkacak!, Takvim gaz. 20 Eylül 2013).
Diyarbakır ve Van’dakiler başta olmak üzere yeniden onarılan Ermeni kiliselerine gösterilen ilgi bunun açık göstergesi değil mi? İşin ilgin yanı, AKP’nin eski Savunma Bakanı Vecdi Gönül, “biz bu Gayrımüslimler’i tasfiye etmeseydik, bu milli devleti nasıl kurardık?” itirafında bulunurken; yeni Kültür Bakanı Ömer Çelik, “kim olursanız olun, geri gelin!” çağrısında bulunuyor…
Dêrsim’i vuran Hatun Sebilciyan Nam-ı diğer Sabiha Gökçen
Dêrsimliler’in büyük bölümü, Dêrsim Soykırımından Atatürk’ün haberinin olmadığını ileri sürecek kadar safdillilik yaparken; “Atatürk’ün manevi kızı”, “Türkler’in ilk kadın savaş pilotu” yani “amazonu” Sabiha Gökçen, Cunta yönetiminin ilk yıllarına rastlayan 1982’de, Türk Hava Kurumu’nca yayımlanan “Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti” adlı anılar kitabında, “babasının görevlendirmesiyle” Dêrsim’i nasıl vurduğunu fotoğraflarla övünerek anlatıyordu…
“Kahraman/ savaşçı Türk kızı” olarak sunulan bu “Türk Amazonu”nun, gerçekte Ermeni tehcir çocuklarından Hatun Sebilciyan olduğunu, ancak 2004 yılı başlarında Hürriyet gazetesinin inceleme- haberlerinden öğrenecektik (Hür. 21-22 Şubat 2004). İşin daha ilginci, Antep asıllı Ermenistan vatandaşı Hripsime Sebilciyan Gazalyan, “ilk Türk kadın pilotu Sabiha Gökçen’in yiğeni olduğunu, dedesi Nerses Sebilciyan’ın 1915 Ermeni Katliamı sırasında öldüğünü” söylediğinde; Hrant Dink bile buna itibar etmemiş, daha doğrusu “Gökçen’in kırılacağı” endişesiyle gazetesinde yer vermemişti. Ancak, tüm belgeleri topladıktan sonra gazetesinde manşetten verince başına gelenleri, ölümünden bir yıl önce Almanya’da katıldığımız bir toplantıda bizzat bana anlatmıştı. Anlaşıldığı gibi Gökçen, 1937’deki Dêrsim katliamından sonra, bu kez bir Ermeni aydınının ölüm taşlarını döşemiş oluyordu…
Sabiha Gökçen’in, Ermeni kimliğinin en yakın tanıklarından biri de, yakın dostu tanınmış Ermeni yazarı Pars Tuğlacı’ydı. Tuğlacı, Sabiha Gökçen’in de gerçeği bildiğini, ancak “tepkiler nedeniyle bunun açıklanmasını istemediğini ve kendisine söz verdiği için bütün bildiklerini anlatamayacağını” bildiriyordu. (Bkz. Hür., 22 Şubat 2004).
60’larda izlediğim, 70’li yıllarda tanıdığım Ruhi Su
Ruhi Su, benim kuşağım için büyük şehirlerin modern salonlarına halk şarkılarını taşıyan bir “efsanevi” müzisyendi. Kendim, bir Alevi Kürt olarak hep Alevi müziği ortamında büyümüştüm. Üstelik, dedem ve dayılarım İçtoroslar yöresi Alevi müziğinin en önemli icracılarındandı. Aşık Mahzuni dahil yöre aşıklarının birçoğu onların muhabbetlerine katılmış ve irfanlarından yararlanmıştı. Ancak, bu kez benzeri eserler modern mekanlarda ve farklı bir sesle dillendiriliyordu. Üstelik, hümanist- sosyalist akıma bağlı “şehirli bir opera sanatçısı“, bu eserleri bildiğimizden farklı bir ve yorumla icra ediyordu… Onun Kürt coğrafyasından geldiğini, kamu kurumlarındaki görevlerinden atıldığını ve Demokrat Parti döneminde yıllarca “komünizm propagandası“ yaptığı gerekçesiyle hapis yattığını biliyorduk. Bu nitelikleri, ona olan ilgi, sevgi ve muhabbetimizi daha da artırıyordu.
Bundan dolayıdır ki, 1970’li yıllardan itibaren kendisiyle ilgili basında çıkan yazıları da yakından izlemeye çalışıyordum. Nitekim, bugün arşivimde 1971 yılından başlayarak, Ruhi Su hakkında çıkmış çok sayıda inceleme ve köşe yazısı bulunuyor. Bunların en ilginçlerinden biri, Lise öğrenciliğimden beri romanlarını izlediğim, Kürt kökenli büyük romancı Yaşar Kemal’e aitti. Yazarlığa başladığım yıl çıkan bu yazıya şöyle başlıyordu: “İnsanoğlu kendi kendini yaratırken iptida ses vardı. Sözden önce. İnsanoğlu acı çekmeğe, gülmeğe, ağlamağa başladığında, çalışmağa giriştiğinde iptida ses vardı. Ses söz oldu, türkü oldu. Türkü insanoğlunun bütün duygularını kapsadı. Sözden önce insanoğlunun duygularını anlatan yalnız ve yalnız sesti.” (Y. Kemal: Ruhi Su ve Seferberlik Türküleri, Cumhuriyet Sanat/ Edebiyat, Mart- 1971).
Kendisi de Van kökenli olan Yaşar Kemal, Ruhi Su’nun etnik kökenine değinmeden, yazısını şöyle tamamlıyordu: “Ruhi Su da bütün büyük sanatçılarımız gibi öz yaşamını, sanat yaşamını talihsizlikler içinde sürdürdü. Kötü koşullar daha onun yakasını bırakmış değil. Demek ki, bir sanatçının ateşinin inadı hiç bir engeli tanımıyor. Ruhi Su, bütün engelleri aşıp halkına ulaştı. Bu, zor bir işti. Üstesinden geldi. Sanatını derinlemesine oluştururken, halkına ulaşmasını da bildi. Ruhi Su’nun, Anadolu’nun sesi dünya halklarına da ulaşacaktır. Bu, ergeç gerçekleşecektir. Çünkü halklar kardeştirler ve Ruhi Su halkımızın sesidir.” (Agy)
‘Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyorum’
1912’de Van’da doğup, Ermeni katliamda anne ve babasını kaybederek, küçük yaşta Adana’da bir ailenin yanına verilen Ruhi Su’nun çocukluğu Çukurova’da ve Toroslar’da geçti. “Benim için türkü söylemek bir aşk halidir. En güzel aşklarımı türkü söylerken yaşadım. Ne onlar beni aldattı, ne de ben onları. Türkü söyledikçe yeşeriyor, çiçekleniyorum” diyen Ruhi Su, halk şiiri derlemeleri yaptığı gibi, şarkı- şiir ilişkileri üzerinde de kafa yoruyordu. O, halk şarkısı şiirin kökeni olsa da, şiir sayılmayacağını; şarkıdan şiire geçişin bir kültür değişimi sonucu gerçekleştiğini söylüyor ve sözü moda deyimle “halk türküleri”ne getirerek, şöyle diyordu:
“Türkü insanla başlamış, bugünlere gelmiş. Böyle insanla başlayıp bugünlere gelebilmiş olan bir şeye ilgi duymayan kişi, insanın kendisine nasıl ilgi duyar diye düşünüyorum. Ne kendi memleketimde ne de dünyada, halkı sevip de türküleri sevmeyen bir insana rastladım. Hele dünyanın bütün toplumlarında şaşılacak bir türkü tutkusu var. Bizim Sünni halkımız, (zanaatların en kötüsü saz, onu da belle bir duvara as!) demiş. Alevi halkımızsa saza (Telli Kur’an) der. Bana sorarsanız, milyonlarca yıldan beri oluşup gelen iki önemli şey var dünyada; biri insanın kendisi, biri de türküler.” (R. Su: Günümüzde Türküler, Politika gaz. 16.9. 1976).
Aleviliğin ve Alevi müziğinin yasaklı olduğu 1940’lı yıllarda, Radyoda ilk kez Alevi deyişleri ve “eşkıya türküleri” okuduğu için görevinden uzaklaştırılan Ruhi Su, tıpkı Aşık Veysel gibi, Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde, Kürt kökenli ünlü hümanist- sosyalistlerden Prof. Sabahattin Eyüboğlu aracılığıyla Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde bağlama dersleri verir. Ancak, Köy Enstitüleri 1946’dan itibaren yozlaştırılıp, 1952’de temelli kapatıldığı gibi, aynı yıl içinde başlatılan Komünist tevkifatı çerçevesinde 5 yılını hapishanede geçirir. Daha sonra da sürgüne yollanır. Kelepçeli olarak, sürgüne giderken yazdığı “Hasan Dağı“ konulu eser, unutulmazlar arasına girmiştir.
Bir yazlık evinde Ruhi Su ile tanışmamız...
Yıl 1976. Fakir Baykurt’un daveti üzerine, Burhaniye/ Ören’deki yazlık evine gidiyoruz. Köy Enstitülü bir emekli öğretmen öncülüğünde kurulan bir Kooperatif Sitesi’nde kimler yok ki? Baykurt’un kendisi dışında, Sivas Katliamında yitirdiğimiz Asım Bezirci, Ruhi Su, İlhami Soysal, Uğur Mumcu, Talip Apaydın, Prof. Cahit Talas ve Kürt aydınlarından Dr. Naci Kutlay ve daha niceleri… Bir akşam, kendisini doğrudan dinliyor ve sohbet ediyoruz. Kendisine, tarzına uygun bir eser öneriyor ve başlangıç sözlerini ezbere söylüyorum. Köy Enstitülü Antakyalı şair Ali Yüce’nin “Abovvv” şiiri, tam Ruhi Su’ya göre. Hemen benimsiyor ve şiiri “Mürselekli Kadınlar” adıyla besteliyor. Eser, Ruhi Su’nun en sevilen eserleri arasına giriyor:
“Biz Mürselekli kadınlar/ Geceleri tütün dizerik/ Acılarımızı dizerik ipe/ Karanlığı dizerik abovvv/ Yüzlerimiz ay tutulur/ Yıldız tutulur gözlerimiz…”
Ruhi Su, kendisinin yazıp bestelediği eserler dışında; başta Pir Sultan Abdal ve Yunus Emre olmak üzere birçok Alevi şairinden; Mevlana, Sümmani, Kul Halil, Ali İzzet, Karacaoğlan gibi sevda şairlerinden; Köroğlu ve Dadaloğlu gibi “eşkıya” şairlerden onlarca, hatta yüzlerce eser besteleyip okudu. Ayrıca semahlar, ilahiler ve gurbet türküleri. Bir de Nazım Hikmet gibi sosyalist şairlerden nice şiir besteleri…
Ruhi Su, gerçekten de sanatını icra ederken kendi misyonuna ve halk şarkılarına inanıyordu. “Halk şarkılarını halk gibi okumak” söylemine itibar etmeden, onların lirik ve pastoral yapısına sadakatle bakıyordu. (Bu konuda ayrıca bk. M. Fikri: Urufu Su, Artı Gündem, Mart- 2001).
Ruhi Su, halk şarkılarının ilk okunduğu andan itibaren “otantik” özelliğini kaybedeceğini, sonraki süreçte yeni yorumlarla okunmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle de, Aşık Veysel’in, ilk karşılaşmalarında onun okuma stiline takılması, onu biraz üzse de yolundan döndürmedi. Çünkü, biliyordu ki, yaptığı, halk şarkılarını yozlaştırmak değil; yeni bir yorumla zenginleştirmekti. Nitekim, Cevat Çapan onun şarkılarını şöyle değerlendiriyor:
“Onun söylediği türküleri dinlerken nerede olursanız olun, yalnız bir yerle bir zamanla değil, bu değişik yer ve zamanlarda yaşamış türlü insanla da bir bağ bir özdeşlik kurarsınız. Artık yalnız değilsinizdir… Bu doğrudan doğruya anlatım gücünden kaynaklanan bir gizdir.” (Ziya Özışık: Dağ Olurduk Yücesinden…; Evrensel, 20.9.2006).
Ruhi Su’nun, 12 Eylül faşist cuntasının yasakları yüzünden tedavi imkanı bulamayap göçmesinin ardından, onunla ilgili ilginç bir çalışma yaptıktan sonra kendisi de, erken sayılacak bir yaşta aramızdan ayrılan Füsun Akatlı; daha 70’li yıllarda kaleme aldığı bir yazıda onu şu özlü sözlerle değerlendiriyordu: “Ruhi Su, yirminci yüzyılda kentte yaşayan, yüksek öğrenim görmüş, müzisyen ve aydın bir kişi olarak, türkülerini söylediği büyük halk ozanlarının, aşıklarının tanınma ve yayılma yıllarından geçmekte, bir garip yazgı gibi onların geleneklerini, sanatında olduğu gibi yaşamında da sürdürmektedir.” (Sabahın Sahibi Vardır, Politika, 11.3.1976).
Eliz Surhantakyan nam-ı diğer Zehra Bilir
Zehra Bilir de, çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızın bir radyo ve televizyon yıldızıydı. Radyo sanatçılarının dışarda paralı sahne alamaması yüzünden, biz onu önce radyolardan ve televizyonlardan, ardından da sahnelerden tanımıştık. Herkes onu, “Malatyalı Türk halk müziği sanatçısı“ olarak biliyordu. Özgün giyimi ve elinde mendiliyle, halk şarkılarını sahnelere taşıyan “Türkü Ana”ydı o. Üstüne çokça şey yazılıp çizildi. Fakat bunlardan hiç biri, onun etnik kimliğini belirtmiyordu. Onu da çok gecikmeli olarak, yine Ermeni yazar Rober Koptaş’tan öğrenecektik.
Ruhi Su’dan bir yıl sonra 1913’te, o zamanki adıyla Mamuretülaziz’e (Elazığ) bağlı Arapgir’de doğar Eliz Surhantakyan. Babasını, Ermeni Katliamında yitirir. Annesi, bir Türk’le evlenir ve küçük “Zehra” onu babası bilir.
İstanbul’a gelince, ünlü Ermeni müzisyen Artaki Candan Terziyan’dan nota ve solfej dersleri alır. Ruhi Su’nun tersine, geleneksel formları esas alan otantik bir söyleyişle sanatını icra eder. Sanatçı, ayrıca yine Ermeni sanatçı Artaki Candan’dan dersler alır. Üstte de vurguladığımız gibi, yöresel kıyafetleri ve güzel sesiyle hemen dikkatleri çeker ve assolist olarak sahneye çıkan ilk halk müziği sanatçısı olur.
Yaşamının diğer yönünü Koptaş’tan dinleyelim: “Gerçek adını, İstanbul’da tanıdığı Ermeni sanatkar ve aydınlarına fısıltıyla söylüyordu ama, kamu önünde hiç açıklamadı. İlk plakları Vahram Gesaryan’ın sahibi olduğu Sahibinin Sesi plak şirketinden çıktı. İstanbullu Ermeni bir ressama güzel bir resmini yaptırdı, Hagop Ayvaz’ın Kulis dergisine defalarca konuk oldu. Zehra Bilir’in Eliz Surhantakyan olduğunu bilen az sayıdaki insan, onu kalabalıkların önünde zor durumda bırakmamak için bu gerçeği dillendirmedi. Kim bilir, belki de zihinlerdeki (Türkü Ana) resminin bozulmasını istemiyorlardı.” (R. Koptaş: Mehmet Ruhi- Eliz Zehra, Agos, Sayı:591/ 2007).
Tam bu noktada, kimliklerini saklayarak yaşamak zorunda kalan bu iki simge ismi anma adına, sözlerimizi Ruhi Su’nun dizeleriyle noktalıyoruz:
“Dostlarım, Kardeşlerim, Canlarım,
Kaldırın başlarınızı
Suçlular gibi yüzümüz yerde, özümüz darda durup dururuz
Kaldırın başlarınızı yukarı
Bize göz verildi gözleyin diye
Dil verildi söyleyin diye
Kulak verildi dinleyin diye
El gövdede kaşınan yeri bilir
Dert bizde, derman ellerimizdedir…”
MEHMET BAYRAK
Yazarın kendisi Ermeni soykırımı ve katliamı yaptı demek ile, Türkiye Cumhuriyeti devletine İFTİRA SUÇU işlemektedir..