ALTIN
 3.022,60
DOLAR
 34,3205
STERLİN
44,5531
EURO
 37,4161

10 Aralık İnsan Hakları Günü dolayısıyla 2016 yılı değerlendirmesi

 

11 Aralık 2016 05:10
10 Aralık İnsan Hakları Günü dolayısıyla 2016 yılı değerlendirmesi

 

 

OHAL’e, Şiddete ve Savaşa Karşıyız Düşünceyi İfade Özgürlüğü İstiyoruz!

 

 10 Aralık günü İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilişinin 68. Yıldönümü.

İnsanın sahip olduğu onur ve değerin haklara kaynaklık ettiği ve bu hakların evrensel olduğu fikrini temel alan Evrensel Bildirge’nin kabulü, insanlık için büyük bir kazanımdır.

10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen Evrensel Bildirge’nin başlangıç bölümünde insanlık ailesinin bütün üyeleri için eşit, bölünemez ve devredilmez hakların tanınmasının, dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın temeli olduğu, eğer hakları korunamıyor ise herkesin zulüm ve baskıya karşı son çare olarak direnme hakkına başvurmak zorunda kalabileceği belirtilmiştir.

Buna karşın günümüzde Evrensel Bildirgede yer alan hak ve özgürlüklere dayalı uluslararası bir düzen hala kurulamamıştır. İnsanların ırkından, renginden, cinsiyetinden, cinsel yöneliminden, dilinden, din ve mezhebinden, inancından, etnik kimliğinden, siyasi-vicdani ve felsefi kanaatinden bağımsız olarak, insan olmaktan gelen hakları ve dokunulmazlıkları olduğu temel fikri dünya çapında yeterli koruma bulamamaktadır. Maalesef Birleşmiş Milletler Örgütü de günümüzde başta yaşam hakkı olmak üzere hakların korunmasında, hak ihlallerinin başlıca sebebi olan savaşları ve iç savaşları önlemede, sonlandırmada, mülteci krizlerine müdahalede varoluş gerekçesini yeterince yerine getirememektedir.

Bugün tüm dünyada insan haklarına dayalı bir ortak yaşam ideali ekonomik, kültürel, dinsel, etnik vb. her türden “savaş” gerekçesiyle yaşanan küresel çapta olağanüstü hal rejimleriyle büyük bir tehdit altındandır. Aslında karşı karşıya olunan büyük bir insanlık krizidir. Bu krizin hem Türkiye özelinde hem de dünya genelinde tezahürü ise şiddetin her türünün sistematikleşmesi, yaygınlaşması ve hatta sıradanlaşmasıdır.

İnsan hakları savunucuları olarak yıllardır Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi sorununun en önemli halkasının Kürt sorunu olduğunu ve bu sorunun barışçıl ve demokratik yolla çözülmediği sürece Türkiye’deki insan hakları ve demokrasi sorunlarının çözülemeyeceğini hep ifade ettik. Nitekim Türkiye’de 2015 Temmuzunda savaş politikalarına yeniden dönülmesiyle birlikte çözüm sürecinin yol açmış olduğu insan hakları açısından göreceli sükûnet yerini kaos ve ağır hak ihlallerine bırakmıştır.  İçeride ve dışarıda sürdürülen savaş politikalarının da etkisiyle ülkenin temel sorunları giderek daha da ağırlaşmış, siyasal otoriterleşme tırmanışa geçmiş, kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ortadan kalkmış, siyasal gücün tek elde toplandığı fiili bir başkanlık sistemi yaşanmaya başlanmıştır.

Bunlar yetmezmiş gibi 15 Temmuz darbe girişimi ardından ilan edilen OHAL uygulaması ve çıkarılan KHK’lar sonucu her boyutta yaşanan yeni hak ihlalleri ve değer yitimi insan hakları mücadelesinin kazanımlarını onlarca yıl geriye götürmüştür. Öyle ki, geçmiş yıllarda hakların orantısız sınırlandırılması, Devletin yetkilerini aşırı kullanması ya da hak ihlallerine süreklilik kazandıran cezasızlık gibi sorunlar söz konusuyken, 2015 Temmuzundan sonra fiilen 2016 Temmuzundan sonra ise hukuken ilan edilen olağanüstü hal ve art arda çıkarılan KHK lar sonucunda çok daha temel ve varoluşsal bir sorunla; “hak öznesi olmayan insanlar sorunu” ile karşı karşıya kalınmıştır. KHK’lar ile işinden atılan, hiçbir yerde çalışma hakkı tanınmayan, sosyal haklarına ve malına mülküne el koyulan, keyfi gerekçeler ile gözaltına alınan, işkence gören, sonu belirsiz sürelerce tutuklu kalan, her türlü hukuki koruma ve savunma haklarından yoksun bırakılan, ne anayasa yargısından ne idari yargıdan cevap alamayan yüz binlerce “medeni ölü” yaratılmıştır. Vahim olan ise kimin ne zaman ve hangi koşullarda “medeni ölü” haline geleceğinin belirsizleşmiş olmasıdır. İnsanların kişi olmaktan, başka bir deyişle hak taşıyıcısı yurttaş olmaktan çıkarılması anlamına gelen bu kaygı verici durum büyük bir insan hakları krizidir. Siyasal iktidar medeni ölüler yaratarak “sosyal infaz” uygulamaktadır.

Yukarıda yapılan bu kısa değerlendirmeden sonra 2016 yılında Türkiye’de çeşitli hak kategorilerinde gerçekleşen ihlallere bakarsak;

 

YAŞAM HAKKI

 

Siyasal iktidar tarafından sık sık dile getirilen ölüm cezasının geri getirilemeyeceğini ve konunun maalesef siyasal istismar konusunun ötesine geçtiğini belirtmek isteriz. Ölüm cezası yaşam hakkını ortadan kaldıran bir devlet şiddeti, bir başka deyimle devlet eliyle taammüden işlenmiş bir cinayettir. Yaşam hakkı, korunması gereken en öncelikli haktır. Bizzat devletler tarafından bir ceza olarak yaşam hakkının ortadan kaldırılması, geri dönüşü olmayan ve giderilmesi olanaksız zararlara yol açarak insanlık değerlerinin yok sayılmasına neden olur, dolayısıyla insan hakları savunucuları tarafından asla kabul edilemez. Kaldı ki, AİHS’e ek 6 ve 13 nolu protokoller ile BM Medeni ve siyasi Haklar Sözleşmesine ek 2 nolu Protokolü onaylayıp yürürlüğe koyan Türkiye’nin ölüm cezasını geri getirmesi halinde AB ve AK üyeliğinin askıya alınacağı kesindir. Bunun hukuki, siyasi ve ekonomik sonuçları ağır olacaktır.

Yaşam hakkı ihlali, sadece devletin güvenlik güçleri tarafında gerçekleştirilenleri değil, üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirilen fakat devletin, “önleme ve koruma” yükümlülüğünü yerine getirmeyerek neden olduğu ihlalleri de kapsamaktadır.

İHD Dokümantasyon Merkezi’nin verilerine göre 1 Ocak – 30 Kasım 2016 tarihleri arasında:

Öncelikle 15 Temmuz 2016 günü gerçekleştirilen darbe teşebbüsünde, darbeciler tarafından 246 kişinin öldürüldüğü ve 2.146 kişinin yaralandığı, darbenin bastırılması sırasında yapılan müdahalede ise 24 askerin öldürüldüğü Hükümet tarafından açıklanmıştır

Kolluk güçlerinin yargısız infazı, dur ihtarına uyulmadığı gerekçesiyle veya rastgele ateş açması sonucu 341 kişi yaşamını yitirmiş, 396 kişi de yaralanmıştır. Sokağa çıkma yasağı uygulanan il ve ilçelerdeki sivillere yönelik yaşam hakkı ihlali bu sayının içindedir.

Sınır bölgelerinde 76 kişi yaşamını yitirmiş, 160 kişi de yaralanmıştır.

Yasa dışı silahlı örgütlerin ve özellikle IŞİD/DAİŞ isimli cihatçı dinci örgütün canlı bombaları tarafından yapılan intihar saldırıları sonucu, 184 kişi yaşamını yitirmiş 633 kişi de yaralanmıştır.

5 kişi gözaltında yaşamını yitirmiştir.

Faili meçhul cinayet sonucu 25 kişi yaşamını yitirmiştir.

Cezaevlerinde çeşitli nedenlerle yaşamını yitiren kişi sayısı en az 32’dir.

Zorunlu askerlik hizmetini yaparken en az 20 kişi şüpheli biçimde yaşamını yitirmiştir.

Mayın ve sahipsiz bomba patlaması sonucu 13’ü çocuk 17 kişi yaşamını yitirmiş 41’i çocuk 51 kişi ağır yaralanmış,

2016 yılının ilk 9 ayında Silahlı Çatışmalar nedeniyle 406’sı asker, polis, korucu, 605’i militan, 29’u sivil olmak üzere toplam 1.040 kişi yaşamını yitirmiştir. Bu dönemde 1.065’i asker, polis ve korucu, 17’si silahlı militan ve 75’i sivil kişi yaralanmıştır.

Uzun zamandır görülmeyen gözaltında kayıp vakaları maalesef yeniden başlamış olup 2016 yılında 2 vaka bulunmaktadır.

İş kazaları/cinayetleri sonucu 1 Aralık 2015’e kadar İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclis’inin verilerine göre en az 1.816 işçi yaşamını yitirmiştir.

 

 İŞKENCE ve KÖTÜ MUAMELE

 

15 Temmuz darbe girişiminin faillerini açığa çıkarmak üzere soruşturmalar vakit geçirilmeksizin başlatılarak kısa sürede binlerce asker ve sivil kişi gözaltına alınmıştır. Ancak gözaltına alınanlar ile ilgili medyaya yansıyan haber ve görüntülerde, yüzlerinde ve vücutlarında fiziksel şiddetin kanıtı olan yara izleri ve berelenmeler bulunan, ters kelepçelenmiş, çıplak vaziyette tutulan, yüzükoyun yere yatırılmış ya da bir samanlıkta oturtulmuş onlarca kişi görülmüştür. Bu durum kaygı vericidir.

Birleşmiş Milletler (BM) İşkenceye Karşı Sözleşmesini imzalayarak otoritesini ve denetleme yetkisini Türkiye’nin de tanıdığı BM İşkenceye Karşı Komite (UNCAT) Mayıs 2016’da Türkiye’nin dördüncü periyodik raporunu değerlendirmiş ve çeşitli uyarı, tavsiye ve öneriler içeren Sonuç Gözlemlerini kabul etmiştir. BM İşkenceye Karşı Komite (UNCAT), sözü edilen Sonuç Gözlemlerinde, son dönemde kolluk kuvvetlerinin alıkonulan kişileri işkence ve kötü muameleye maruz bıraktığına dair kendilerine ulaşan çok sayıda güvenilir raporlar nedeniyle duyduğu kaygıyı dile getirerek, Türkiye’ye İşkenceye Karşı Sözleşmenin 2. maddesinin 2. paragrafında yer alan, “hiçbir istisnai durum, ne savaş hali ne de bir savaş tehdidi, dâhili siyasi istikrarsızlık veya herhangi başka bir olağanüstü hal, işkencenin uygulanması için gerekçe gösterilemez” şeklindeki mutlak işkence yasağını hatırlatmıştır. Komitenin bu uyarısı bugün içinden geçtiğimiz olağan üstü koşullarda çok daha fazla anlam kazanmaktadır.

Ayrıca tüm uluslararası belgelerde özellikle belirtildiği gibi gözaltı giriş ve çıkış muayenelerinin asıl yapılması gereken yerler olan sağlık kurumları yerine olağanüstü durum gerekçe gösterilerek emniyet ya da başka yerlerde yapıldığı, hekimlerin bu raporlandırmayı yapmak üzere sağlık kurumu dışında yerlere gitmeye zorlandıkları da bildirilmektedir.

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserinin, 6-14 Nisan 2016 tarihleri arasında Türkiye’yi ziyareti sonrası hazırladığı ve 2 Aralık 2016 günü açıkladığı “Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesindeki Terörle Mücadele Operasyonlarının İnsan Haklarına Etkilerine İlişkin Memorandum” raporunda da tıpkı BM Komitesi gibi işkence ve kötü muamele iddialarına yer vermektedir.

İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) verilerine göre ise 2016 yılının ilk 11 ayında 1.622 kişinin sadece gözaltında ve gözaltı yerleri dışında işkence gördüğünü beyan ettiği bilinmektedir.

Cezasızlık hala işkence ile mücadelede en önemli engeldir. Faillere hiç soruşturma açılmaması, açılan soruşturmaların kovuşturmaya dönüşmemesi, dava açılan vakalarda işkence yerine daha az cezayı gerektiren suçlardan iddianame düzenlenmesi, sanıklara hiç ceza verilmemesi ya da işkence dışında cezalar verilmesi ve cezaların ertelenmesi gibi nedenlerle cezasızlık olgusu işkence yapılmasını mümkün kılan en temel unsurlardan birisi olarak hala karşımızda durmaktadır.

 

KÜRT SORUNU

 

7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinin hemen ardından Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi genel sorununun en önemli halkası olan Kürt Sorunu’nun barışçı yollardan çözümünden vazgeçilmesi 90’lı yılları anımsatan ağır ve ciddi insan hakları ihlallerinin yaşanmasına yol açmıştır. Özellikle Kürt illerine ve ilçelerine yönelik hukuka aykırı olarak uygulanan sokağa çıkma yasakları sırasında burada yaşayan halkın elektrik, su, yiyecek ve sağlık gibi temel gereksinimlerden yoksun bırakılması, bilgi edinme ve haberleşme hakkının kısıtlanması, güvenlik güçlerinin özel harp yöntemlerine başvurması, genç yaşlı, kadın, çocuk demeden çok sayıda sivilin yaşamını yitirmesi kaygı vericidir. Söz konusu il ve ilçelerde süreklilik kazandırılan bu olağanüstü hal/savaş hali uygulamaları nedeniyle ekonomik ve sosyal yaşam tümüyle çökmüştür.

2016 yılının en ağır hak ihlalleri elbette sokağa çıkma yasakları süresince işlenmiştir. TİHV Dokümantasyon verilerine göre;

Sokağa çıkma yasaklarının başladığı 16 Ağustos 2015’ten 16 Ağustos 2016 tarihine kadar geçen süre içerisinde başta DİYARBAKIR (61 kez), MARDİN (18 kez), ŞIRNAK (13 kez) ve HAKKÂRİ(11 kez) olmak üzere MUŞ (2 kez), BATMAN (2 kez), BİNGÖL (2 kez), ELAZIĞ (1 kez) ve TUNCELİ (1 kez) dahil toplam 9 il ve en az 35 ilçede, resmi olarak tespit edilebilen en az 111 süresiz ve gün boyu sokağa çıkma yasağı ilanı gerçekleşmiştir. Bu yasaklar nedeniyle 2014 nüfus sayımına göre ilgili ilçelerde yaşadığı bilinen en az 1 milyon 671 bin kişinin en temel yaşam ve sağlık hakları ihlâl edilmiştir.

 Uygulanması ve sonuçlarıyla bir bütün olarak ele alınması gereken aralıksız sokağa çıkma yasakları pratiklerinin 14 Aralık 2015 tarihi itibariyle yasakların uygulanış biçimindeki değişim, ilân edilen bölgelerin kapsamındaki genişleme, ilân sürelerinin yine ucu açık olmakla birlikte sürelerindeki uzunluk, yapılan askerî sevkiyatın yapısı, ağır savaş silahlarının yerleşim birimleri içerisinde kullanılması ile bunlara uygun geliştirilen adli süreçler öncesine kıyasla çok daha ağır bir sürece girildiğini göstermiştir.

 TİHV Dokümantasyon Merkezi verilerine göre, böylesi bir ortamda ölümlerine ilişkin kısmi bilgiye erişilebilen en az 321 sivilin 16 Ağustos 2015 ile 16 Ağustos 2016 tarihleri arasında sadece resmi sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş zaman dilimleri içerisinde, bu kapsamdaki bölgelerde yaşamlarını yitirdikleri tespit edilebilmiştir. Bu kişilerden; 79’u çocuk, 71’i kadın ve 30’u 60 yaşın üzerindedir.

 Yine bu kişilerden en az 73’ünün sağlığa erişim hakkından yoksun bırakılmaları sonucu yaşamlarını yitirdikleri iddia edilmektedir. En az 202 sivilin ise ev sınırları/kapalı alanlar içerisinde yaşamlarını yitirdikleri belirtilmektedir. Kapalı alanlarda yaşamını yitiren bu kişilerin 23’ünün de sokağa çıkma yasağı ve çatışma ortamının yarattığı etki ile sağlık sorunları yaşamaları sonucu yaşamlarını yitirdikleri düşünülmektedir. Çarpıcı bir durum olarak ev sınırları/kapalı alanlar içerisinde yaşamlarını yitiren en az 202 sivilden 147’si ise sadece Cizre ilçesinde bulunan kişilerdir. Cizre’de 3 bina bodrumunda yakılarak öldürülen siviller ile ilgili hala etkili soruşturma başlatılmamış, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserinin ekibi ile inceleme yapmasına izin verilmemiştir. Kurumlarımızın diğer kurumlar ile birlikte açıkladığı Cizre Gözlem raporu üzerine Genel Kurmay Başkanlığının isteği doğrultusunda İç İşleri Bakanlığı müfettişlerinin denetimleri sürmektedir.

 Sokağa çıkma yasakları uygulanan il ve ilçelerde uygulanan abluka sonucu gerçekleştirilen yıkımların da etkisi ile yaklaşık 500 bin insan zorla yerinden edilmiş olup bu insanlar göçe zorlanmıştır.

 Sokağa çıkma yasağı uygulamaları ile ilgili Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi İzleme Komitesi Başkanlığı’nın talep etmesi üzerine Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu (Venedik Komisyonu) tarafından 13 Haziran 2016 tarihinde “Sokağa Çıkma Yasaklarının Yasal Çerçevesi Hakkında Görüş Raporu” yayınlandı. Bu raporda, sokağa çıkma yasaklarının yasal çerçevesinin olmadığı özellikle belirtilmiştir.

Öte yandan bu süreçte söz konusu il ve ilçelerin seçilmiş belediye başkanları tutuklanmakta ya da görevinden uzaklaştırılmaktadır. Halkın iradesini yok sayan bu uygulamalar ile çok temel bir demokrasi ilkesi çiğnenmektedir.

Yine bu süreçte gözaltılar ve tutuklamalar da ciddi bir artış görülmektedir.

İHD ve TİHV Dokümantasyon Merkezleri’nin verilerine göre;

50 belediye başkanı tutuklanmış,

2016 yılında korucu sayısı artmaya devam etmiştir.

2016 yılında KCK soruşturmalarından, yanı sıra HDP/DBP ve HDK’ye yönelik operasyonlardan yaklaşık 15.000 kişi gözaltına alınmış 5.600 kişi ise tutuklanmıştır.

HDP Eş Genel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile birlikte 10 milletvekili tutuklanmış, 50 belediye eş başkanı da tutukludur.

İHD ve TİHV olarak bizler Kürt sorununun her zaman demokratik ve barışçıl çözümünü savunduk. Bunda ısrarlıyız. O nedenle, çatışmaların hemen şimdi durmasını istiyoruz. Tarafların çatışmasızlık haline geçmesini istiyoruz. Çatışmasızlık halinin yaşanan olumsuzluklardan da hareketle tahkim edilmiş bir hale getirilerek güçlendirilmesini, izlenmesini ve bu konuda tarafların mutabık kalacakları kararları almasını istiyoruz.

28 Şubat 2015 tarihinde ilan edilen Dolmabahçe Mutabakatını destekliyoruz ve bunun gerektirdiklerinin yapılmasını istiyoruz.

Hükümetin, Abdullah Öcalan üzerindeki tecridi kaldırarak, sorunun çözümü için yol temizliği yapıp, müzakere için uygun idari, hukuki ve siyasi zemini oluşturmasını ve bir an önce müzakereleri başlatmasını istiyoruz.

Dünyanın ve Türkiye’nin savaştan uzaklaşmasının ve barış içinde bir dünyanın ve Türkiye’nin var olmasının insan haklarına dayalı olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’nin Ortadoğu’da uygulamaya çalıştığı siyasi projesinden vazgeçmeye, halkların kendi geleceklerini belirleme ilkesine uygun olarak Rojava kantonlarını tanımasını ve iyi komşuluk ilişkilerini geliştirmesini istiyoruz.

HDP’nin dışlanıp siyaset dışına itilmesi politikasından vazgeçilmeli, bir an önce HDP Eş Başkanları başta olmak üzere tutuklu tüm milletvekilleri ve belediye başkanları ile siyasetçiler serbest bırakılmalıdır.

Türkiye’nin Ortadoğu’daki anti Kürt ve anti Şii/Nusayri/Alevi politikasından vazgeçerek 2015 ve devamında 2016 yılı boyunca bizlere korkunç katliamlar yaşatan IŞİD isimli cihatçı yapılanma ile etkili mücadele etmesini ve barışçıl politikalar izlemesini istiyoruz.

 

DÜŞÜNCE, İFADE ve İNANÇ ÖZGÜRLÜGÜ

 

Kürt sorunu ile ilgili en fazla haber ve yorumlara yer verdiği bilinen Özgür Gündem ve tek Kürtçe gazete olan Azadiye Welat gazeteleri kapatılmıştır. Cumhuriyet gazetesi üzerinde ise tutuklamalar ve dava baskısı ile büyük bir baskı oluşturulmuştur. Halen Cumhuriyet gazetesinden 10 gazetecinin tutukluluğu devam etmektedir. Yine Kürt sorununa duyarlı ve Kürtçe yayın yapan çok sayıda TV kapatılmıştır. Türkiye’de işçi ve emekçilerin sorunlarına yer veren ve doğrudan doğruya işyerlerinden haberler veren sol çizgide yayın yapan Hayat TV kapatılmıştır. Bu örnekler çoğaltılabilir.

2016 yılında düşünce ve ifade özgürlüğü alanında çok ciddi ihlaller olmuş, özellikle siyasal iktidarın basın üzerindeki baskı ve kontrolü kaygı verici boyuta ulaşmıştır. OHAL ilanı ve çıkarılan KHK’lar ile neredeyse ifade özgürlüğü iktidarın iki dudağı arasına alınmıştır. Bu yıl içinde de gazeteci, yazar, insan hakları savunucusu vb. çok sayıda kişiye davalar açılmış, tutuklamalar olmuş, dergi ve kitaplar toplatılmış, gazeteler kapatılmış, muhalif gazete binalarına ve gazetecilere fiili saldırılar gerçekleştirilmiştir.

Alevilerin eşit yurttaşlık hakkı talepleri 2016 yılında da karşılığını bulamamıştır. AİHM’in zorunlu din derslerinin kaldırılması ve Cem Evlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi ile ilgili kararlarının gereği yerine getirilmemiştir.

Alevi, Hıristiyan ve Yahudiler radikal sünni ve ırkçı grupların tehdit ve nefret söylemlerine maruz kalmışlardır.

Vicdani ret hakkının hala tanınmaması önemli bir insan hakkı ihlali olarak varlığını korumaktadır.

TİHV ve İHD Dokümantasyon Merkezlerinin verilerine göre:

Halen gazeteci, basın-yayın çalışanı ya da gazete sahibi 146 kişi tutukludur.

2016 yılında OHAL ile birlikte 5 haber ajansı, 16 televizyon, 24 radyo, 62 gazete, 19 dergi, 29 yayınevi olmak üzere 155 medya kuruluşu çıkarılan KHK lar da kapatılan kuruluşlar listesinde yer aldı.

12 televizyon ve 10 radyo da 668 sayılı KHK’nin ikinci maddesi dördüncü bendi kapsamında kullanılan yetki ile kapatıldı. Toplamda 177 basın yayın ve medya kuruluşu kapatıldı.

Kapatılanlardan 9’u 665 sayılı KHK, ikisiyse 668 Sayılı KHK ile kurulan komisyon kararıyla açıldı.

Erişime engellenen site sayısı, 5 Aralık 2016 tarihi itibariyle www.engelliveb.com sitesi verilerine göre 116.126’dır. Bu sayı 2015 yılında 105.958, 2014 yılında 40.773, 2013 yılında ise 35.001 idi. Artış kaygı vericidir.

 

DARBE TEŞEBBÜSÜ VE OHAL

 

Türkiye, 15 Temmuz darbe teşebbüsünün ardından bir bütün olarak olağanüstü yönetim usullerinin yürürlüğe girdiği bir dönemi yaşamaktadır. Darbeler ve darbe teşebbüsleri geçmişle yüzleşememe/hesaplaşamamanın ve dolayısı ile sistemin demokratikleşememesinin bir sonucudur. Türkiye’nin çatışma ve gerilim üreten bir sisteme sahip oluşunun bir diğer nedeni ise siyasi iktidarların bir türlü tekçi resmi ideolojiyi terk etmemeleri ve militarist anlayıştan vazgeçmemeleridir.

Darbe teşebbüsünde bulunanlar 246 sivil insanın ölümüne ve 2 binden fazlasının ise yaralanmalarına sebep olmuştur. Darbelere ve darbe teşebbüslerine yasallık da meşruiyet de atfedilemez. İHD ve insan hakları savunucuları darbe teşebbüsünü daha teşebbüsün ilk saatlerinde en sert ifadelerle kınamış ve bu girişimlere karşı olduklarını belirtmişlerdir.

Hükümetin, darbelere ve darbe teşebbüsünde bulananlara karşı insan hakları hukukuna uygun olarak idari önlemler almasını ve soruşturma makamlarının etkin soruşturma yapmasını gerekli ve anlaşılabilir bulmaktayız. Fakat burada kabul edilemez olan, KHK ve uygulamalardaki keyfilik, işkence ve kötü muamelenin yanında hukukun tamamen dışına çıkan uygulamalardır.

Darbe teşebbüsü sonrası Türkiye’de ilan edilen OHAL ve 667 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile başlayan ve toplamda 12’yi bulan KHK’ler dönemi, tıpkı askeri darbe dönemlerindeki gibi içerik bakımından insan hakları hukukuna aykırı mevzuat ve uygulama dönemidir. OHAL’in gerekçesi darbe teşebbüsü ile mücadele iken, çıkarılan KHK’lar ile toplumsal muhalefet üzerinde ağır baskı kurulmuştur. Söz gelimi, 12 Eylül askeri darbe döneminde aralarında profesörler ve öğretmenlerin bulunduğu 8500 kamu görevlisi sıkıyönetim komutanlarının emriyle ihraç edilmiştir. (İHD, bu konuyu 1988 yılında kurduğu “1402’likler Komisyonu” aracılığı ile ILO’ya (Uluslararası çalışma Örgütü) taşımış,  ILO da Türkiye’yi 111 No’lu Ayırımcılık (İş ve Meslek) Sözleşmesi’ne aykırılık nedeniyle izlemeye almıştır). 15 Temmuz Darbe Teşebbüsü sonrasında çıkarılan KHK’lerle ise 100 binden fazla kamu görevlisi açığa alınmış,  80 bine yakın kamu görevlisi ihraç edilmiştir. HSYK kararı ile 3.698 hakim ve savcı meslekten çıkarılmıştır. 12 Eylül askeri darbe döneminde sistemi darbenin amacına yönelik dizayn etmek için en az 669 yasa çıkarılmış iken 15 Temmuz sonrasında darbeyi püskürten hükümet, OHAL ile sınırlı olmayan kalıcı düzenlemeleri KHK’ler ile gerçekleştirmektedir.

OHAL uygulamalarının BM Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesinin 4. Maddesi, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesinin 15. Maddesi ve Anayasasının 15. Maddesi’ndeki sınırlamalar arasında kalması ve yükümlülükleri bu sınırlamalarla azaltması gerekirken, OHAL uygulamaları 30 günlük gözaltı süresi, yaşam hakkı ve işkence yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, adil yargılanma hakkı, seyahat özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, ifade özgürlüğü, çalışma hakkı, mülkiyet hakkı ve ayrımcılık yasağı konularında insan hakları hukukuna aykırı sorunlu düzenlemeler içermektedir. Ayrıca hukukun üstünlüğü ilkesi açısından hâkim teminatını ortadan kaldıran düzenlemeler, açığa alınmalar, ihraçlar, gözaltına almalar ve tutuklanmalar insan hakları hukukuna aykırıdır. Kararnameler uyarınca görev yapan kamu görevlileri hakkında tam bir cezasızlık öngörülmesi de hukukun üstünlüğü ilkesine aykırıdır.

 

OHAL’in bazı sonuçları var:

 

15 Temmuz-10 Kasım 2016 döneminde, 90 binden fazla insan gözaltına alındı.36 binden fazla insan tutuklandı. Tutuklananlar arasında 2500’den fazla hakim ve savcı, 6500’den fazla askeri şahıs ve 7 binden fazla polis var.

 

OHAL döneminde 100’den fazla gazeteci ve yazar tutuklandı. Şu anda en az 146 gazeteci ve yazar tutuklu.

 

1061 anaokulu, orta öğrenim kurumu ve lise, 15 özel üniversite,113 öğrenci yurdu ve pansiyon kapatılmıştır.

 

35 sağlık merkezi, yaklaşık 1600’den fazla dernek ve vakıf, 19 sendika kapatılmıştır. Demokratik Bölgeler Partisi’nden şimdilik 50’a yakın belediyeye kayyum atanmış ve 50 belediye eş başkanı tutuklanmıştır.

 

Gözaltı süresi 30 güne kadar artırılmış, gözaltının ilk 5 günü avukatla görüş yasağı getirilmiştir. Gözaltında ve tutuklandıktan sonra avukata erişim hakkı sınırlandırılmış ve gizli olması gereken avukat-müvekkil görüşmeleri kayıt altına alınarak çok ciddi savunma hakkı ihlali yaratılmıştır. Bu şekilde işkence ve kötü muamele yapılmasına zemin hazırlanmıştır.

 

Toplamda 177 basın yayın ve medya kuruluşu kapatılmıştır. Kürt halkının en önemli sesi olan Özgür Gündem ve tek Kürtçe gazete olan Azadiye Welat gazeteleri kapatılmıştır.

 

En az 80 bin kişinin pasaportu iptal edilmiştir. İptaller devam etmektedir.

 

İşkence ve kötü muamele görüntüleri resmi yayın organlarında yayınlanmış, ciddi iddialar hakkında hiçbir şekilde etkili soruşturma yapılmamıştır.

 

OHAL sürecinde, 6 milyon oy alan ve TBMM’de 3.büyük parti durumunda olan Halkların Demokratik Partisi’nden,  eş başkanları dahil 10 milletvekili tutuklanmıştır. Ayrıca çok yaygın olarak HDP ve DBP’li yönetici ve üyelerine dönük gözaltı ve tutuklamalar gerçekleştirilmiştir. Siyasi partilerin yöneticilerine, milletvekillerine ve seçilmiş belediye başkanlarına yönelik gözaltı ve tutuklamaları,  halkın iradesine yapılmış bir müdahale ve insan hakları ihlali olarak değerlendiriyoruz.

 

CEZAEVLERİ

 

2016 yılında da cezaevleri, insan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı yerler olma özelliğini sürdürmüştür.

 

17 Ağustos 2016 günü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 671 sayılı OHAL KHK’sının 32. Maddesi ile 5275 sayılı Ceza Ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’a geçici 32. Madde eklenerek, adli suçluların büyük çoğunluğunun yararlanacağı şekilde şartla salıverme süresi 2/3’den ½’ye indirilmiş ve cezalarının son 1 yılı kalanların yararlanacağı denetimli serbestlikle ilgili düzenlemedeki süre, cezalarının son 2 yılı kalanlar biçiminde, genişletilerek adeta “örtülü OHAL affı “çıkarılmıştır.

1 Kasım 2016 (Adalet Bakanlığı’nın bilgi verdiği son tarih) itibariyle cezaevlerinde toplam 197.297 tutuklu/hükümlü/hüküm özlü kişi bulunmaktadır. Bu sayı 2015 yılında 178.089,  2014 yılında 154.179 idi. AKP iktidara geldiğinde ise bu sayı 59.429 idi. Görüldüğü gibi çıkarılan örtülü aflara rağmen dramatik yükselişler olmaktadır.

2015 yılının ilk 11 ayında cezaevlerinde intihar, işkence ve kötü muamele, kaza, ihmal, hastalık, mahkûmlar arası kavga vb nedenlerle en az 32 kişi yaşamını yitirmiştir.

Cezaevlerinde sağlık hakkı alanında ciddi sorunlar bulunmaktadır. Tutuklu ve hükümlülerin tıbbî yardıma ulaşma konusunda önemli engellerle karşılaştığı ve gerekli tıbbî personelle, araç-gerecin cezaevlerinde bulunmadığı gözlemlenmektedir. Türkiye Cezaevlerinde İHD’nin tespit edebildiği kadarı ile 331’i ağır olmak üzere 926 hasta mahpus bulunmaktadır. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra tutuklandığı belirtilen yaklaşık binlerce kişiye yer açılması için Ankara, İstanbul, İzmir gibi belirli merkezlerdeki cezaevlerinde bulunan ve tedavileri zorlukla sürdürülmeye çalışılan bu kişilerin çok büyük bir çoğunluğu başka cezaevlerine sürgün edilmiş ve böylelikle tedavileri zora koyulmuştur. Esasen bu kişilerden durumu ağır olan 331 kişinin insani ve hukuki açıdan bir an önce tahliye edilmesi gerekmektedir. 05 Mart 2013 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Gülay Çetin/ Türkiye kararı ile ağır hastalığı olan tutukluların korunmasına yönelik mevcut düzenlemeleri yeterli bulmayarak Türkiye’yi işkence yasağını ihlal ettiği için mahkum etmesine karşın cezaevlerindeki ağır hastaların infazlarının ertelenmemesini anlamak mümkün değildir. Dahası, 24 Ocak 2013 tarihinde kabul edilen 6411 Sayılı Kanun ile hasta hükümlülerin infazının geri bırakılma koşullarının “toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmayacağının değerlendirilmesi” koşuluna bağlanması ve bunun sonucu maruz kaldığı ağır hastalık veya sakatlık nedeniyle hayatını yalnız idame ettiremeyeceği Adli Tıp Kurumu raporlarıyla dahi tespit edilen pek çok hasta tutuklu ve hükümlü dosyalarının Savcılıklar önünde bekletilmesi ve dahası reddedilmesi vicdanen de hukuken de kabul edilebilir değildir.

 

2000 yılından bu yana uygulanmakta olan tecrit ve tretmana dayalı ceza infaz sistemi, tutuklu ve hükümlülerin fiziksel-sosyal-ruhsal bütünlüğünü tehdit etmeye devam etmektedir. Bir ve üç kişilik oda sisteminde tutukluların ve hükümlülerin birbirleriyle sosyal ilişki kurması engellenmektedir. Bu durum onların ruh sağlığı üzerinde ağır hasarlara yol açmaktadır. Bu ağır izolasyon koşullarını yumuşatmak için Adalet Bakanlığı‘nın 10 tutuklu ve hükümlünün haftada 10 saat bir araya gelerek sosyalleşmesini öngören 22 Ocak 2007 tarihli genelgesi (45/1) yürürlükte olmakla birlikte halen etkin ve sorunsuz biçimde uygulanmamaktadır. Tecridin en sık uygulandığı İmralı F Tipi Cezaevi bir an önce kapatılmalıdır.

Cezaevlerinde bulunan çocukların, cezaevi psikolojisini kaldıramadıkları, ciddi tıkanmalar yaşadıkları için kendilerine zarar vermek suretiyle, intihar girişiminde bulundukları, yanı sıra taciz, istismar, işkence ve kötü muameleye maruz kaldıkları İHD şubelerine kendilerinin, ailelerinin ve diğer mahpusların yaptıkları başvurulardan anlaşılmaktadır. Çeşitli disiplinlerden bilimsel araştırmalar genelde cezalandırmanın özelde ise kapatmanın suçu önleyici ya da eğitici hiçbir etkisinin olmadığını ortaya koymaktadır. Bu nedenle insanlık dışı bir uygulama olan çocuk cezaevleri kapatılmalıdır.

AKP Hükümeti çıkardığı örtülü OHAL affı ile yüz kızartıcı suçlar başta olmak üzere toplum vicdanı tarafından doğru bulunmayan bir konuda adım atmış ama hasta mahpuslar gibi yılardır kamuoyu gündeminde bulunan ve bu konuda birkaç kez kanun değişikliğine rağmen çözülmeyen önemli bir insani sorunu çözmemiştir. Bir an önce hasta mahpusların salıverilmesi ve tedavilerinin süratle yapılması için gerekli yasal ve idari tedbirler alınmalıdır. Gerekirse infaz kanunun 16. Maddesi değiştirilmeli veya geçici bir madde ile sorun çözülmelidir.

Halen yürürlükte bulunan 5275 sayılı İnfaz Kanunu’na göre adli mahpusların şartla salıverilmesi için cezalarının 2/3’ünü, siyasi mahpusların ise cezalarının ¾’ünü çekmeleri gerekmektedir. 671 sayılı KHK ile durum adli mahpuslar lehine değiştirilmiş, siyasi mahpuslar bakımından ise aynı bırakılarak ağırlaştırılmıştır. Siyasi iktidar bu uygulama ile kendi içinde kurduğu dengeyi! bile bozmuş ve böylece ayrımcılığı iyice artırmıştır. Suç ve cezaların infazı aşamasında yaratılan ayrımcılığın ortadan kaldırılması için TMK 5. Maddenin acilen kaldırılarak TMK 3 ve 4. Maddelere göre verilen suçlardaki yarı oranında artırım sona ermeli, TMK 17. Maddeye göre TMK kapsamında işlenen suçların infazında koşulu salıverme süresi olan ¾ oranı yeni KHK’daki gibi ½’ye çekilmeli, 5275 sayılı kanunun 107. Maddesinin 4. Fıkrası kaldırılarak ayrımcılık sona erdirilmelidir. TMK 17. Maddenin son fıkrası “Uzatılmış Ölüm Cezası” içerdiğinden ötürü bir an önce kaldırılmalıdır.

AKP Hükümeti örtülü OHAL affı ile yaklaşık 100 bine yakın insanı cezaevlerinden çıkarmaya başlamışken(tahminen 40 bine yakını tahliye oldu), her türlü yasal haklarına rağmen İmralı Cezaevinde tutulan Abdullah Öcalan üzerinde uyguladığı kesin tecridi bir an önce kaldırmalı, ailesi ve avukatları ile görüşmesini sağlamalıdır.

Türkiye Cezaevlerinden sürekli olarak gelen şikayet mektuplarında ve avukat başvurularında işkence ve kötü muamele ile ilgili güçlü iddialar bulunmaktadır. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bu iddialar giderek artmıştır. Türkiye BM İşkenceye Karşı Sözleşmenin Seçmeli Protokolü(OPCAT) onaylamış olup ulusal önleme mekanizması ile kanuni düzenleme yapmış ancak uygulamaya geçirmeyerek sözleşmeye aykırı davranmaktadır. 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu 20 Nisan 2016 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu kanunla birlikte işkence ve kötü muamele iddialarının incelenmesi ve önlenmesi görevi yani ulusal önleme mekanizması görevi Kuruma verilmiştir. Bu konuda öncelikle belirtmek isteriz ki, Kanun, BM Paris Prensiplerine uygun hazırlanmamış, bu konudaki düşüncelerimizi ve önerilerimizi TBMM İnsan hakları İnceleme Komisyonuna ve Hükümete yazılı ve sözlü olarak aktarmıştık. Ancak, bütün bu itirazlarımıza rağmen halen Kurumun çalışabilmesi için oluşturulması gereken Kurul oluşturulmadığı için hiçbir şey yapılmamaktadır. Türkiye cezaevlerinin bir an önce bağımsız heyetler tarafından incelenmesi gerekir. İnsan hakları örgütlerinin temsilcilerinin cezaevlerinde inceleme yapmasına izin verilmelidir.

 

ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ

 

OHAL ilanı ve çıkarılan KHK’lar ile 19 sendikanın kapatılması, 1600 civarında dernek ve vakfın kapatılması örgütlenme özgürlüğünün çok ciddi olarak siyasal iktidarın baskısı altında olduğunu göstermektedir.  OHAL kararnameleri ile insan hakları örgütlerinden bazıları hedef alınmış ve temelli kapatılmışlardır. Bunlar arasında çok yakından çalışmalarını bildiğimiz, örneğin ÇHD, ÖHD, MHD, Gündem Çocuk, İHAD, Sarmaşık Derneği, Vakad, Kürd Der, Rojava Derneği gibi dernekler bulunmaktadır. Ayrıca vurgulamak isteriz ki, İHD ya da TİHV gibi insan hakları örgütlerinin yönetici ya da üyelerinden bazıları da zaman zaman gözaltına alınmakta ya da tutuklanmaktadır. İHD Şırnak Şube Başkanı Emirhan Uysal halen tutukludur. 10 Aralık Dünya İnsan hakları Günü vesilesi ile özgürlüğünden yoksun bırakılan bütün insan hakları savunucularıyla dayanışma içerisindeyiz. Türkiye, BM İnsan Hakları Savunucularının korunması Bildirgesini sık sık ihlal etmektedir.

 

TOPLANTI ve GÖSTERİ ÖZGÜRLÜĞÜ

 

2016 de bir önceki yıl gibi toplantı ve gösteri özgürlüğü açısından da ihlallerin ve kısıtlamaların olağan üstü bir şekilde yaşandığı bir yıl olmuştur. OHAL’in verdiği yetki ile bir çok il ve ilçede gösteriler tamamen yasaklanmış olup bu uygulama devam etmektedir. Kolluk güçlerinin bu yıl içinde de barışçıl gösterilerde basınçlı su plastik mermi, kimyasal silah/gösteri kontrol ajanları ve hatta ateşli silahlar kullanarak aşırı/ölçüsüz/orantısız güç ve şiddete başvurmuştur.

Polis şiddeti cumhuriyet tarihi boyunca tüm iktidarların kolayca başvurduğu kadim bir idare tekniğidir. Ancak her geçen gün eleştiri ve itirazlara iyice tahammülsüzleşen, otoriterleşme dozunu son sınırına vardıran AKP iktidarı, polis şiddetini kendi politikalarına karşı çıkan tüm toplumsal kesimlere yönelik olarak her fırsatta kullanır olmuştur. Bu şiddetten, Kürtlerden, emekçilere, Alevilere ve kadınlara, LGBTİ bireylerden taraftar gruplarına kadar hemen her toplumsal kesim istisnasız nasibini almaktadır.

 

 

TİHV Dokümantasyon Merkezinin verilerine göre 2016 yılının ilk 11 ayında;

Kolluk güçlerinin toplantı ve gösterilere yönelik müdahaleler sonucu yaklaşık 1500 kişi yaralanmıştır.

352 toplantı ve gösteriye müdahale edilmiştir.

 

KADINA KARŞI ŞİDDET SORUNU

 

İHD ve TİHV genel olarak “şiddetsizliği” savunmaktadır. Bütün sorunların şiddet dışı yollarla çözümünü istiyoruz. Devletlerin uyguladıkları şiddet kadar birey, topluluk ya da örgütler tarafından uygulanan şiddete de karşı duruş sergiliyoruz. Kadına karşı şiddet sorununda da erkek egemen anlayış ve tutumlara karşı çıkıyoruz. Aynı zamanda devletin hem yasalarda hem uygulamada ve yargı pratiğinde eşitlik ilkesini ve ayrımcılık yasağını hayata geçirmesini istiyoruz. İHD, üyesi olduğu FİDH ile birlikte CEDAW komitesine Türkiye raporuna karşı alternatif rapor sunmuştur. Yapılan görüşmeler ve oturumlardan sonra Türkiye değerlendirilmiştir. CEDAW Komitesi 25 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne tavsiyelerde bulunmuştur. Bizim de paylaştığımız bu tavsiyeler şöyle özetlenebilir.

 

Kadın örgütleri temsilcilerine ve hak savunucularına uygulanan baskıcı önlemlerin durdurulması, süreçlere aktif katılımlarının sağlanması,

Kürt kadınlara, mülteci ve sığınmacı kadınlara uygulanan eşitsizliklerin ortadan kaldırılması,

 

KSGM’nün teknik ve mali açıdan güçlendirilmesi ve kadın haklarına odaklanmasının sağlanması,

Kalıp yargılara ve ayrımcı söylemlere son verilmesi,

 

 · Toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin durdurulması için Ulusal Eylem Planının uygulanması, gerekli yasal düzenlemenin yapılması, destek hizmetlerinin düzenlenmesi, farklı dillerde de hizmet verebilen acil telefon hattı kurulması,

 

Kürtajın 10 haftaya kadar, tecavüz durumunda 20 haftaya kadar yapılabilmesinin sadece hamile kadının kararına bağlı olması yönünde yasal düzenleme yapılması,

 

Sözde namus adına işlenen cinayetlerin yeterli şekilde cezalandırılması, kadın intiharlarının ve kazalarının etkin soruşturulması,

 

 Evliliklerin resmi olarak gerçekleşmesi ve kayda alınması,

 

SONUÇ OLARAK;

 

Dünyanın en çağdaş insan hakları belgesinin kabul edilişinin 69. Yılına girerken, yukarıda sıraladığımız veriler ve yaptığımız değerlendirmeler henüz Dünyada ve Türkiye’de evrensel insan hakları değerlerini tümüyle yerleştirebilme idealinin maalesef oldukça uzağında olduğumuzu göstermektedir. Geçmiş yıllarda basın açıklamalarımızın sonunda bu ideale ulaşma yönünde ilerleyebilmek için acilen yerine getirilmesi gereken asgari talepleri sıralardık. Bu kez böylesi bir sıralama yapmayacağız. Çünkü bugün Türkiye’de insan hakları açısından acilen yerine getirilmesi gereken tek bir talep vardır: O da acilen barışın tesis edilmesidir. Barışın sağlanamadığı koşullarda yaşam hakkı korunamamakta, yaşam hakkı olmayınca da diğer tüm haklardan söz etmek mümkün olamamaktadır.

 

Demokrasinin ön şartı ifade özgürlüğüdür. Şu anda Türkiye’de ifade özgürlüğü otoriter yönetimin yargı baskısı altındadır. Dolayısıyla Türkiye’de asgari standartlarda dahi demokrasiden söz edilemez. Bu nedenle demokrasi mücadelemiz kaçınılmazdır.

Kürt sorunun savaşla çözülemeyeceği açıktır. Siyasal iktidarı 28 Şubat 2015 Dolmabahçe deklarasyonuna sahip çıkmaya ve 7 Haziran 2015 seçimleriyle ortaya koyduğu Türkiye halkının barış ve demokrasi iradesini tanımaya davet ediyoruz.

 

OHAL ve KHK rejimi bir karşı darbe rejimidir. Bundan derhal vazgeçilmelidir.

 

Devam eden hak ihlalleri durdurulmalı, sorumlular hakkında etkin soruşturma yürütülmeli, cezasızlık derhal terk edilmelidir.

 

Demokrasi ve insan hakları mücadelemiz kesintisiz olarak devam edecektir.

 

Herkesin, barış dileklerimizle insan hakları gününü kutluyoruz.

 

                           Malatya İnsan Hakları Derneği:Şube başkanı Gönül Öztürkoğlu

Bu haberlere de göz atmak isteyebilirsiniz.
Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.