Elma kokusunu sever misiniz?
Ya da şöyle sorayım..
Hiç elma yerken aslında boğazınızda bir yanma hissettiniz mi? Hayır mı? O halde size bir olay anlatayım..
Bundan tam 29 yıl önce, 16 Mart 1988 sabahı, elma kokusuyla uyandı Halepçeliler. Sevinçle mutfağa yöneldiler önce. Kokunun mutfaktan gelmediğini görünce camlarını açtılar. Baktılar ki koku dışarıdan daha çok hissediliyor, hemen dışarı akın ettiler merak ve heyecanla. Çıktıklarında gördüler ki herkes aynı merak ve heyecanla dışarı çıkmış. Hızlı hızlı yürümeye başladılar; kokunun kaynağını aramaya başladılar. Gittikçe şiddetlendi elma kokusu. Ama bir yandan da derilerinde bir yanma hissettiler sanki. Aldırmadılar ve yürümeye devam ettiler. Bu sefer daha hızlı koşmaya başladı birçoğu. Ancak zamanla o yanma gittikçe şiddetlendi. Koşuyorlardı; ama yanıyorlardı da. Bu sefer de dönüp eve doğru koşmaya başladılar. Yanma iyice artıyordu. Zamanla derilerinin morarmaya ve büzülmeye başladığını gördüler korkuyla. Bir an önce suya ulaşmalılardı. Kendilerini can havliyle suya attıklarında ise bedenleri kavruldu bu sefer, asit dolu bir havuza girmişler gibi.. Artık ölmüşlerdi, ölümün nereden geldiğini anlayamadan. Yanarak ölmüşlerdi, üstelik ateşsiz ve dumansızdı bu yanma, çığlıklarla, bağırışlarla, çağırışlarla…
Bir avuç kül oluvermişlerdi aniden, ne olduğunu anlayamadan..
“Saçlarım tutuştu önce
Gözlerim yandı, kavruldu
Bir avuç kül oluverdim
Külüm havaya savruldu.”
Kimyasal zehir öyle bir şeydir ki; vücudunuza temas ettiği anda yakar sizi, nefes almak için çırpınırsınız; alamazsınız. Deriniz büzülüp çürür. Yavaş yavaş, acı çeke çeke ölürsünüz. Öyle ki başınıza silahla vurularak öldürülmeyi buna tercih edebilirsiniz.
Bu zehir de elma kokuluydu. Güzel kokulu zehir
Zekice planlanmış bir katliamdı. Hedeflerin de çocuklar vardı, geleceği hedeflemişlerdi.
En çok da çocuklar öldü Halepçe’de. Tıpkı diğer katliamlardaki gibi. Yıllar sonra ülkelerine “demokrasi” getirecek olan o uzak memleketteki adamlar, kendi memleketlerindeki o “diktatör”e hediye etmişlerdi bu elma kokulu zehri. Ölmeden önce, ölürken, yanarken Halepçelilerin attıkları çığlıkları duyamadılar o “özgürlükçü ve demokrat” adamlar. Çünkü o sırada başka ülkelerde başka hayatları mahvetmekle meşgullerdi. Başka soykırım planları vardı.
Onlardı zaten, Hiroşima’da küçük gözlü onlarca küçük çocukları yakan. Onlardı Vietnam’da yüzlercesini, binlercesini katleden. Onlardı Ruanda’da 100 gün içinde 800 bin kişinin katledilmesini sessizce destekleyen.
Duyamadılar o çığlıkları Halepçe Katliamı 16-17 Mart 1988
Halepçe’nin acısı 29 yılın ardından hâlâ yürekleri yakıyor
Halepçe Katliamının üzerinden 29 yıl geçmesine rağmen soykırımın derin izleri bugün hâlâ can yakmaya devam ediyor.
Elma kokusuyla başlayan ve binlerce insanın kimyasal ile öldürüldüğü Halepçe Katliamı’nın üzerinden 29 yıl geçti. Saddam Hüseyin tarafından Kürt halkına yönelik yapılan soykırımın derin izleri bugün hâlâ can yakmaya yürek dağlamaya devam ediyor. Soykırımın üzerinden geçen onlarca yılın ardından benzer acıların tekrarlandığını hatırlatan siyasi parti ve demokratik kitle örgütleri de yaptıkları açıklamayla katliamı lanetledi.
En az 5 bin kişinin zehirli gazlarla öldürüldüğü Halepçe Katliamı, İran-Irak savaşı döneminde Saddam Hüseyin tarafından 1986-1988 yılları arasında Kürtlere karşı El-Enfal Harekâtı adını verdiği soykırım operasyonunun sonucu olarak yaşandı.
1988 Mart ayında İran ordusu, peşmergelerle iş birliği yaparak Kürtlerin yaşadığı Halepçe kasabasına girdi ve Halepçe’de isyan başladı. Saddam Hüseyin de Korgeneral Ali Hasan al-Majid al-Tikriti’ye (Kimyasal Ali) zehirli gaz bombalarını kullanma emri verdi. Irak-İran sınırında bulunan Halepçe’de 16 Mart 1988’de eşine az rastlanır bir katliam yapıldı. Elma kokusu olan zehirli gaz bombalarını taşıyan 8 MiG-23 uçağı Halepçe’yi 3 gün boyunca bombaladı.
Saldırıda, Halepçe’de yaşayan Kürtler, İran askerleri ve peşmergelerle birlikte 5 binden fazla insanın öldüğü, 7 binden fazla insanın da yaralandığı açıklandı. Ancak Irak Savaşı’ndan sonra bölgeye giren yabancılar tarafından bu rakamın daha da büyük olduğu belirtildi. 75 bin civarında nüfusu olan Halepçe’nin büyük bölümü bu saldırıdan sonra boşaldı. On binlerce kişi yakınlarının cesedini dahi toprağa veremeden, İran ile Türkiye’ye geçmeye çalıştı. Çok sayıda kişi de yolda ya da yerleştirildikleri kamplarda açlık ve susuzluktan yaşamını yitirdi.
Yıllar içerisinde Halepçe’den göç eden insanların çocuklarının sakat doğduğu ve sağ kalarak gaza maruz kalanların ise çeşitli hastalıklara yakalandıkları görüldü. Kürt halkına yönelik bir soykırım olarak kabul edilen Halepçe’de elma kokusuyla gelen ölümlerin acısı bugün hâlâ aynı yakıcılığıyla hissediliyor.
HALEPÇENİN TANIĞI: CANLILAR DIŞINDA HER ŞEY YERLİ YERİNDEYDİ...
Halepçe ’ye giden ve fotoğraflarıyla soykırımı tüm dünyaya duyuran Gazeteci Ramazan Öztürk, Katliam’ın hemen sonrasında gördüğü manzarayı şu cümleler ile tarihe not düşmüştü: “Bütün sokaklar cesetlerle doluydu. Etrafta dayanılmaz bir koku hâkimdi. Körpecik bebelerden bazılarının derileri kavrulmuş, bazılarının vücudu mosmor kesilmişti. Cesetlerin çoğu kadın, çocuk ve yaşlı insanlara aitti. Bazı bebekler annelerinin kucağından fırlamış yerde sere serpe yatıyorlardı. Kimi evinin avlusunda kurulmuş sofra başında; kimi kapının eşiğinde; kimi bebeğini emzirirken; kimi oyun oynarken yakalanmıştı zehirli ölümün pençesine... Şehrin dışındaki boş tarlalarda ise, toplu halde ölmüş yüzlerce insan vardı. Uzaktan bakıldığında, sanki tarlalarda ot yerine insan bedenleri biçilmişti. Bu açık hava mezarlığında, yine kadın ve çocuklar çoğunluktaydı. Hepsi birbirlerine sokulmuş, korkunç ölüme teslim olmuşlardı. Bazıları ise, su birikintilerinin başında ölüvermişlerdi. Bunlar da, kimyasal gazların yaktığı vücutlarını suyla ıslatarak, kurtulmaya çalışanlardı. Toplu cesetlerin arka planında, otlarken yine zehirli gazın etkisiyle telef olmuş ve vücutları şişmiş hayvanların görüntüsü göze çarpıyordu. Kısacası, bomba isabeti almış birkaç binanın dışında her şey yerli yerindeydi, ama bütün canlılar ölmüştü...”
************
HALEPÇE
Annem yok artık.
Beni düşünen kalbi yok. Bitti.
Umutsuz olmak istemiyorum.
Umutsuzluğun bir çıkar yol olmadığını biliyorum.
Annem yok artık, yeryüzü çok gördü onu,
Kalabalığın arasında kuş gibi çırpınan varlığını
Çok gördü
Dalgın yüreğini çok gördü
Bizim için çarpan, kaygılarla dolu yüreğini.
Annem yok artık. Bu kesin.
Gelinecek bir yere gitmedi.
İşte geldim çocuklar demeyecek
Nasılsın yavrum demeyecek
Sobanın yanında oturup uzatmayacak yorgun ayaklarını,
Sabah kahvaltılarının masası olmayacak artık,
Yine gel demeyecek,
Çıkarken ben kapıdan, çıkıp karanlığa karışırken
Yeni bir dönemi başladı ömrümün,
Annemin olmadığı dönemi,
Onu yüreğimin üstüne nasıl bastırmak
İstediğimi bilemeyecek artık.
Gençlik dönemleri birşey anlatmıyor bana,
Aklımda hep son dönemlerinin annemi
Hayatım sürüp gidecek, annem olmadan,
Çocuklarım olduğunda onlara annemi anlatabileceğim
Sadece.
Fotoğraflarına bakacaklar,
Ufarak, biraz mahzunca bir kadın
Küçücük tozlu pabuçlarıyla merdivenleri tırmanıp
Kapımı açıp girmeyecek
Yüreği dopdolu, trafikten insanlardan şaşkın,
Kocasına sığınan biraz bütün fotoğraflarında
Hayatım rüzgar gibi akıp geçiyor,
Uğultulu bir rüzgar gibi akıp geçiyor hayatım..
Ataol BEHRAMOĞLU