“İktidarı eleştiriyoruz, ‘Tweet atmakla olmaz’ diyorsun. Gel meydanlarda protesto edelim diyoruz, ‘Bunu istiyorlar zaten’ diyorsun.
Dilekçe hakkını kullan, şikayet et diyoruz, ‘İşe yaramaz’ diyorsun. Peki korkup mücadele etmezsek, nasıl değişecek bu düzen EY HALKIM?”
Bu satırlar, Twitter’da okuduğum bir mesajdan aynen alıntı. Tecrübeli siyasetçi Fikri Sağlar’a ait. Bu retorik, sadece ne kendisinin şahsi, ne de CHP’nin veya başka bazı seçmen yurttaşların sitemkâr serzenişini seslendiriyor.
Aynı zamanda da, Türkiye’de toplumun, hatta tüm dünya ülkelerinin, temsili demokrasi krizini ve küresel neo liberal düzenin siyasi habitusunun çıkmazını da yansıtıyor.
Bu, “demokrasi-anti-demokrasi paradoksundan” [1] çıkamamanın; hatta çırpındıkça, kara bataklığın daha da derinine saplanıyor olmanın çaresizliğinin bir ifadesi. Bugün, Türkiye’de işsiz, yoksul, aç, onurlu ve çaresizlikten canına kıyanların; devletten akıl ve vicdan dilenenlerin; haksız yere özgürlüğü elinden alınmışların; temel insani hakları gasp ve bedeni darp edilenlerin; kısacası devletin kamusal mekanizmaları ile öznelliklerine tecavüz edilenlerin çığlıkları kadar keskin ve güçlü olmasa da, bir “yardım isteme çığlığı”. Zaten her köşe bucak veya ocakta, sesli veya sessiz ”imdat!” diye bağıran bağırana artık.
Dolayısıyla, sayın Fikri Sağlar’ın bu çağrısına ilgisiz kalmak olmaz. Bu kısa yazı ile (önceki diğerlerinin bağlamında ve devamında) naçizane bir el uzatmamak olmaz.
Halktan biri olarak ve sadece aynı alıntı üzerinden yanıtlamamak hiç olmaz. Çünkü eminim kendisinin ve sizlerin de hemfikir olacağınız gibi, bugün ekonomiden eğitime, siyasi ahlaktan denizlerdeki çürümeye kadar bütün sorunlarımız ve çıkış yolları, Türkiye toplumunun kolektif olarak, çoğulcu ve özgürlükçü demokratikleşmesi meselesi ile doğrudan ilgili.
Hatta bu bir görev.
Gerek yurt içinde veya kendi aramızda, gerekse uluslararası arenada onurlu bir varoluş için elzem!
YANLIŞ SORUYA DOĞRU CEVAP BULUNAMAZ!
Tarihsel koşulları dikkate almayan, temel varsayımları geçersiz ve ön kabullerinin hakikatte karşılığı olmayan sorulara, “doğru” cevap, ısrarla aransa da bulunamaz. Hele içi boş kavramlar ve yuvarlak veya muğlâk ifadeler fazla ise, hamasi kısır döngüden hiç çıkılamaz.
Dolayısıyla, birlikte “doğru ve dürüst“ düşünmeye, öncelikle, içten ve sahici olduğu kuşkusuz olan bu çağrıda ve başka metinlerde de sık tekrarlanan bazılarını biraz irdeleyerek ve ayıklayarak başlamalı.
Lütfen, maddeler halinde dizeceklerimin her birini, sonraki için de “gerekli ve zorunlu önkoşul” gibi halledilmesi gereken adımlar olarak anlamalı. Elbette kronolojik veya hiyerarşik bir sıralamadan ziyade; salt metindeki dizgiyi izlediğim görülmeli. Bunlar içselleştirildikçe, çare aramaya ve bulmaya da sıra gelir elbet!
(1) “İktidar”: “İktidar“ derken kastedilen nedir? İktidar; bir koltuk, bir pozisyon, “her şeyden önce”. Tarihsel olarak önden tanımlanmış ve kemikleşmiş sosyal bir yapı-sistem. Yarın oraya dünyanın en iyi niyetli, en “temiz” ahlaklı ve yetkin yöneticilik potansiyeli en yüksek bireyi ve ekibi de gelse, şu asla değişmeyecek: O koltuğa, yine aynı şekilde önden belirlenmiş “muhalefet” pozisyonu ile birlikte ve karşısına almış olarak oturacak. Bu yapı-sistemlerin sökümü, gerekenlerin onarımı, gerekenlerin yeni-yapımı şart!
Dolayısı ile, devlet kavramını bile hükümetten ayrıştırmakta zorlanan insanların (ve tabii muhalefetin) siyaset kafası ve dili, bir de iktidar ve muhalefet konumları adamakıllı kişiselleştirilerek karıştırılmamalı. Görünürde ve pratikte tek adama ve onun şahsına indirgenmiş gibi dursa bile, iktidarı onun kişiliğine, üstelik özcü söylemler ile özdeşleştirmekten ivedilikle kaçınmalı.
Yani salt, oraya yarın siz oturursanız, asla şahsınıza yapılmasını istemeyeceğiniz gibi, empatik veya vicdani, duygusal sebeplerle de değil: Siyasi ve toplumsal analitik bilinci gelişmiş bir muhalefet siyasetçisi olarak, bunun son derece “yanlış” bir yöntem olduğunu anladığınız için. Bu yaklaşımın geçmişte de olduğu gibi, şimdi ve gelecekte de sadece statükoyu pekiştirmekten başka hiç bir işe yaramayacağını iyi öğrenmiş olduğunuz için.
(2) “İktidarı eleştiriyoruz”: “Eleştiri”den ne anlıyor ve eleştiri adına ne yapılıyor ki olmuyor? Tam olarak eleştirilen ne? Olmayan ne? Önce eleştirme biçimlerini ve içeriklerini eleştirmeli.
(3) “Tweet atmakla olmaz”: Bunu diyenler aslında neyi kast ediyor olmalı? Tweet de günümüz siyaset teknolojilerinden biri. Ne yazdığınız, kime yazdığınız, kimleri muhatap aldığınız, kimlerle ve nasıl etkileştiğiniz önemli. Elbette tüm siyaset teknolojileri gibi amacına uygun ve kısıtları dâhilinde kullanılmalı.
(4) “Gel meydanlarda..”: Kaldı ki, siber kara deliğe atıklar göndermek yerine, bu “yeni kamusal alanı” akıllıca kullanmak da siyasi bir tercih, bilgi ve beceri ister. Eski siyasi alışkanlıklar ile esnaf veya olay yeri ziyaretleri, daha çok medyaya gereksiz poz ve koz vermek işine yarıyor. Hele şu COVID günlerinde toplumsal risk davranışları neden?
Üstelik, sosyal medya ve dezenformasyon, sahadaki gerçekleri çarpıtarak kamuoyu algısı [2] üzerinde daha etkili oluyorsa, bunların o kadar da önemi yok. Yani meydanlara çıkmadan önce medyaya çıkarma yapılmalı.
Kendi kanalı, yandaş medyası olmamak değil mesele, hatta tem tersine. Alan açma ve temiz alan kazanma işine, önce “kirli” olan (sosyal) medyadan başlamalı. Hangi sosyal medya düzenlemelerinin gerekli olduğu, kullanıcılarla birlikte değiştirilerek ve paylaşılarak yol almalı.
(5) “protesto edelim”: Zaman çok daha hızlı akıyor artık. Hatta “hız” siyaset aracı oldu. Ancak doğru “zamanlama” her zaman hızdan daha önemli. O bakımdan da işte eski “protesto” biçimlerini, çarpıcı “slogan” arayışlarını falan bırakmalı artık zaten. Neyin, ne zaman, nasıl “protesto” edildiğine ve işlevine, yani nereye taşıdığına bakılmalı. Yeterince özgürleştirici mi gerçekten?
Özellikle de ayrıntı bir şeyi protesto edeyim derken daha önemli bir sorun, bil(mey)erek atlanıyor ve pekiştiriliyor; böylece yeni umutsuzluklar da üretiliyorsa hele.
Salt “Pire yüzünden yorgan yakılmaz” demiyorum; aynı zamanda da hem “Pireyi deve yapmamalı”, hem de “Eğer pire isen, kendi limitlerini bilmeden, gücünü toplamadan ve esas gücünün türünü görmeden, deveyi alt etmeye yeltenmemeli” diyorum. Kaldı ki “Devenin neresi doğru ki? Devenin neresini elleyip, nasıl düzeltmeyi umuyorsunuz ki?” diye de soruyorum.
Unutmayalım ki, cılız ve parçalı bir “direniş”, sadece gücü daha da güçlendirir. Özellikle de provokatif olarak, direnç gösterilsin diye; başka bir deyişle “kör göze kör parmak” gibi, şiddet, isyan ve öfke kışkırtsın diye davet edilmişse, böyle davetlere icabet edilmemeli, muhatap bile alınmamalı. Böyle sağlıksız gündemlerle dikkat dağıtılmamalı.
Bozuk olanın ezberlenmiş çürüklüğünü, sürekli nakarat ile devam ettirmek yerine; onun yerine konulacaklar ile uğraşılmalı. Tabii söylemde ve mono lojik olarak değil, eylemde ve diyalojik olarak! Bunun itaat veya biat etmekten farkının farkına varılmalı. Değişimin gerçek gücü; her yerde, her gündelik pratikte, her anlamda, her zaman, dönüştürücü kilit meseleler üzerinden ve gerçek özneler ile gerçekleştirilmeli.
(6) “korkup mücadele etmezsek”: Bu ses, sadece korkunun sesidir. Kendi korkusuyla mücadele edememeyi, etmeyi becerememeyi anlatır ve bulaştırır. Kendi varlığının devamı için korkuya duyduğu bağımlılık ile onu canlı tutmak istemekten, dahası “korkudaş”lık, yani korkusuna yandaş aramaktan başka türlü okunamaz.
AKP “mağduriyet duygusu ile duygudaş” olduğu kesimlerle iktidar oldu; sonra da korku ve güvenlikçi siyaset ve siyasalar ile kendine karşı duyulan korkuyu besleyerek “iktidar-yönetim”de kaldı.
İşte muhalefetinki de, o güçten korkma duygusu ile duygudaş olduğu edilgen kesimler ile birlikte “muhalefet-yönetim”de, konfor alanında kalmak arzusudur. Ayrıca, toplumun taze tabanı korku eşiğini çoktan geçti. Dolayısı ile esas mesele, ne “korku”, ne de “cahil cesareti” meselesi! Yerine ne koyacağını, belirsizliği nasıl yöneteceğini bilememe meselesi. Gözlerini seçim takvimine çevirerek, mevcut düzenin yapısı-sistem çarklarının kendi kendini ve üstündeki “yeni iktidar” veya “eski parlamenter sistem” koltuklarını da döndüreceğini ummak meselesi.
(7) “Nasıl değişecek bu düzen EY HALKIM?”: “Düzen”, hakikatte ne kadar vardı veya neye karşılık geldi ki zaten, şimdi değişecek olan ne? O “düzen” veya “bozuk düzen” söylemini varmış gibi okuyanların, şimdilerde karşılaştığı ve hala da yüzleşmekte direndiği sadece bu. Oysa, önce zaten hakikatte olmakta olanı, daha geçerli anlatılarla anlayabilmeli ve anlatabilmeli.
Örneğin, işe “halk” teriminden bile başlanabilir: İster CHP’nin ve “sözde halkçılık, özde Uluççuluk” gibi okunabilen “H: Halk” olsun, ister HDP’ nin ve “sözde çoğul, özde tekil etnik milliyetçilik” olarak algılanan “H: Halklar” olsun; hiç fark etmez. Böyle, total(iter) olarak içinin benzeşik olduğu varsayılan soyut ve kategorik bir kavramın, hiç bir gerçek ve tarihsel insan topluluğunda karşılığı yoktur. İnşa edilmek arzulanan veya bunun da yanılsama derecesi her ne olursa olsun.
Daha da açıkçası, eğer böyle (“Ey halkım!”) bir hitabı, hiç üstüne almayacak çok sayıda birey varsa bu toplumda; hamasetin ötesine ve böylece toplum da bir adım öteye geçemez. Yıllar geçer, aynı kırık iktidar/muhalefet nakaratının çalınıp dinlendiği teknolojiler değişir sadece.
DEMOKRATİK YURTTAŞ VE LİDERLİK
Zaten yurt-taşlık tanımı, anlayışı ve onların siyasetten beklentisi de değişeli çok oldu. Nitekim, bu popülist anlayış ve toplum tabanından destek talebinin kendisine pek ulaşmadığı, yabana atılmayacak sayıda yurttaş var.
“Halk bunu istiyor” derken kategorinin içini doldurduğu varsayılan, ancak kendini bu güruha dahil veya ait hissetmeyen, ama oyları da kazanılmak istenen gerçek bireyler.
Kendisi cahil, yoz ve yobaz medyanın, “halk bunu istiyor, reytingleri arttırıyor” diye diye, son 20 yılda insanları nasıl daha da cahil, yoz ve yobaz yaptığından da ders almalı.
Gelişmiş bir yurttaşlık bilinci ile ve dışarıdan bakıldığında, görünen ve önemli olan, parti-içi demokrasi, liderlik veya fikir mücadeleleri, merkez-teşkilat ilişkileri, her türlü fikir ve politika çeşitlilikleri ve bu konularda nasıl revizyonlar yapıldığı değil. Yukarı da değinildiği gibi, liderin kişisel ve erdemli özellikleri de değil.
Hatta CHP’nin veya Kemal Kılıçdaroğlu’nun tanıtım videosunun, içeriği verdiği mesajlar ne kadar güçlü veya hangi doğru/yanlış figüran oyuncular ve kurgu ile yapılmış olursa olsun. Böyle bir kendini anlatım yıllar önce yapılsa idi daha anlamlı ve işlevsel olurdu.
Keza, Türkiye’de toplumsal siyaset açısından, 29 Kasım 1987 seçiminin hemen öncesindeki SHP’nin (Mehmet Ural’ın yürüttüğü) başarılı “limon gibi sıkılma” reklam kampanyası gibi, popülist demokratik araçlardan medet umulacak durum da yok artık. Zaten ne o zamanki tarihsel koşullar, ne Özal ve İnönü dinamikleri aynı; ne de çoğunluğu henüz doğmamış olan şimdiki belirleyici yurttaş seçmenlerin öznellikleri.
Kılıçdaroğlu’nun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ve tek “devamlı” partisinin adında, logosunda falan, şimdi salt gençler istedi diye kökten değişiklikler yapmasına olanak veya gerek olmayabilir. Tarihte, kırılmalar kadar, devamlılıklar da vardır tabii. En köktenci değişim girişimlerinde bile mutlaka olur. Geçmişte olduğu gibi, bunların göz ardı edilmesi veya atlanmasıdır yanlış olan zaten.
Ancak, tarihsel zamana göre mutlaka değişmesi gerekenlerin neler olduğu kadar, “değişmeyen tek şey olan değişimin” nasıl kavrandığı ve ifade edildiği çok daha önemli. Değişimi gerçekleştirecek olan ise, toplumsal praksiste ne yapılıp ne yapılmadığıdır her zaman.
Öyleyse tekrar vurgulamalı ki, Türkiye’nin önündeki ve halletmesi gereken en temel mesele bireyleri ile ve kolektif olarak, “demokratik özneleşme” sorunsalı. İster ulus-devlet olarak kendi içinde veya kendi kendine, ister ulus-devletlerarası siyasi arenada başarı adına olsun, zorunlu bir gereklilik olarak öncelenmesi gereken de mutlak surette bu.
Bu bir kolektif demokratik değişim projesi. Bu amaçla ilk yapılması gereken de, öfke ile hırçınlaşarak ve umutsuzca, zaten kısıtlı kaynaklarını ve enerjisini tüketmek değil: Sessiz ve dönüştürücü gücünü toplamak.
Bunun için vazgeçilmesi gereken bazı alışkanlıkların başında da “karizmatik lider” beklentisi veya arayışı geliyor. Türkiye’nin şimdi gereksinim duyduğu liderlik ve yöneti(şi)m modeli; sakin, iyi dinleyici, katılımı çoğaltıcı, etkileşimi kolaylaştırıcı ve yapıcı çözümlere götürücü bir tarzda olmalı.
Bu önkoşulların sağlanması için birlikte düşünmeye ve çalışmaya devam öyle ise.
Aydan Gülerce