Öncelikle şunu belirteyim: İslamcısı, ulusalcısı, milliyetçisi, iktidarı ve muhalefetiyle toplumun büyük bir kısmının ‘Yürüyelim arkadaşlar’ marşını söylediği bir ortamda, “Durun, nereye yürüyorsunuz, ne yapıyorsunuz?” demek kolay bir şey değil.
Çünkü “Bir dakika, ne yapıyorsunuz?” diyenin ‘vatan haini’ denerek linç edildiği bir ortamda, bir insanın ağzını açıp bir şeyler yazması, söylemesi için hakikaten deli olması lazım.
Sorun sadece linç edilmek de değil. İktidarın hamasetle bütün ülkeyi teslim aldığı böyle bir ortamda farklı bir şey söylemenin pek bir yararı da yok. Çünkü kimsenin farklı bir söze kulak verecek hali yok.
Fakat bütün hakaretlere, bütün insaf ve vicdan dışı saldırılara, ‘Yazmanın, konuşmanın hiçbir yararı yok’ duygusunun yarattığı ağır baskıya rağmen yazmaktan, söylemekten de geri duramıyorum.
Çünkü bu ülkenin bir evladı olarak sorumluluk duygusu taşıyorum. “Ne haliniz varsa görün!” deyip arkamı dönüp gidemiyorum.
İktidarların, yanlış politikalarının faturasını, yoksul insanların çocuklarına ödetmesini kabullenemiyorum.
Gidemediğim, ruhumu koparamadığım bu ülkenin daha iyi ve yaşanabilir olması için çabalamaktan başka bir seçeneğimin olmadığını düşünüyorum.
Bu nedenle iktidarın yarattığı korkuya teslim olup savaşla barış getireceğini, huzurlu bir yaşam kuracağını sananlara yöneltmek istediğim, benim de zihnimi kemiren sorular var.
Türkiye Afrin’e adına ‘Zeytin Dalı’ dediği bir savaş ya da operasyon başlattı.
“Ortadoğu’nun cehenneme döndüğü bu dönemde ülkeyi savaşa sokmak o cehenneme girmektir” diye itiraz ettiğimizde “Ne yani sınırımızdaki terör devletine göz mü yumalım?”, “ABD’nin kurduğu tuzakları görmezden mi gelelim?” türü itirazlar geliyor.
ABD’nin sınırımıza kamyonlarca silah sevkiyatı, Türkiye’nin gözünün içine bakarak Türkiye’nin düşman gördüğü PKK’nın yan kuruluşu YPG’yi güçlendirme çabaları, farklı ülkelerin Türkiye aleyhine hesapları ve adımları bu ülkenin her bir evladı gibi elbette beni de endişelendiriyor.
Fakat “Savaş tek yol, başka seçeneğimiz yok” diyen iktidarın kayığına binmeyi de ne aklım kabul ediyor ne de gönlüm.
Neden mi?
Anlatayım.
Bugün yapılanların ne kadar doğru, ne kadar ülke yararına olduğunu anlamak için biraz geriden başlayalım.
Bugünkü duruma nasıl geldik?
Irak işgalinden sonra ABD gözünü Suriye’ye dikmişti.
Fakat Türkiye’yi ve dünyayı ikna edemiyordu.
2005 yılında Bush’la yaptığı görüşmede Erdoğan, “Yapmayın, Suriye’de Esad’dan daha iyi bir lider bulamayız” diye ABD’ye direnmişti.
Çünkü bundan en büyük zararı Türkiye görecekti.
2011’de Suriye karıştı veya karıştırıldı.
Bir de baktık ki Suriye’nin parçalanmasının felaket getireceğini söyleyen Türkiye, Suriye’deki savaşı kışkırtan, göstericilere destek veren, hatta ABD’yle birlikte muhaliflere silah, cephane gönderen ülkelerin en ön safında.
Ülkedeki aklıselim sahibi herkes “Suriye parçalanırsa bundan en büyük zararı Türkiye görür” diyerek yazdı, uyardı.
Fakat iktidar hiçbir uyarıyı dinlemedi.
Dinlemekle kalmadı aynen bugün yaptığı gibi bu tür uyarıları yapanlara “Vatan haini” dedi.
Ülkesini zerre kadar seven herkes Suriye politikasının Türkiye’nin başına iş açacağını görüyordu.
Bu kadar basit bir gerçeği görememiş veyahut iktidarda kalmayı öncelik edindiği için görmek istememiş ABD ve İsrail’in kayığına atlamış insanların bugün “Tek seçeneğimiz savaş” demelerine inanmak, tek dertlerinin, tek önceliklerinin Türkiye olduğunu düşünmek… Bana çok tuhaf geliyor. Size gelmiyor mu? Gelmiyorsa niçin gelmiyor?
Oradan bir Kürt devleti çıkacağını bile bile Suriye’yi parçala, ortaya Kürt devleti çıkınca da “Bizim için çok tehlikeli!” diye feveran et.
Bir tuhaflık yok mu sizce de?
Diyelim ki yanıldılar. Diyelim ki bu kadar açık bir gerçeği öngöremediler.
Peki, şu anda Türkiye Suriye’de tam olarak ne istiyor?
Suriye’nin bütünlüğünü mü yoksa bölünmesini mi istiyor? Hangisi Türkiye’nin menfaatine?
Lafta “Suriye’nin bütünlüğünden yanayız” diyorlar, değil mi?
Peki, öyleyse “Rejim İdlib’ e yürüyor orayı ele geçirecek” diye feveran etmelerini neyle açıklayacağız? Suriye’nin bütünlük kurma çabalarından niye endişe duyuyorlar?
Ya da Suriye’yi bölmeye çalışan ÖSO denen yağmacıları desteklemeyi neyle izah edeceğiz?
Hem “Suriye bölünmesin, Kürt devleti kurulmasın” deyip hem de Esad’ın ülkede kontrolü sağlamasından rahatsız olmak… Hangi ruh halinin, hangi amacın ürünüdür sizce?
Bunun üzerine düşünmemiz gerekmiyor mu?
Bunca çelişki, bunca tuhaflık, bunca ‘yanılma’ ortada dururken “Savaş bizim tek seçeneğimiz” diyen iktidarın arkasına dizilmek, ona inanıp savaşın barış, huzur getireceğine sanmak vatanseverlik oluyor öyle mi?
İçeride toplumu korkuyla yönetmek, istediği her şeyi yapabilmek için OHAL’i fırsat gören bir iktidarın savaş kararını ülke lehine bir adım olarak görmek, iktidarın yanlışlarına ortak olmaktan başka bir şey değil.
Vatanseverlik aklını, sağduyusunu kaybetmiş, iktidarda kalmayı öncelik haline getirmiş bir iktidarın peşine takılmayı değil, daha önceki yaptıklarına bakarak şimdiki yaptıklarından endişe duymayı gerektirir.
Vatanseverlik sonuca bakarak tutum belirlemeyi değil, o sonucu neyin ortaya çıkardığı üzerinde düşünmeyi gerektirir.
Çünkü yangını çıkaranın o yangını söndüreceğini düşünmek pek akıllıca bir iş değil.
Lafı dolandırmadan söyleyeyim: İktidarın önceliği ne yazık ki Türkiye değil.
Korkuya teslim olmuş, bu korkuyla ne yaptığını bilmez haldeki, birinci önceliği iktidarda kalmak olan insanların Türkiye lehine bir iş yapmaları neredeyse imkânsız.
Peki, ne yapalım?
ABD’nin, PKK’nın kolu YPG’ye kamyonlarca silah sevkiyatından endişe duymayalım mı?
Ya da PKK’nın sınırımızda bir devlete kavuşmasını umursamayalım mı?
Türkiye, yaklaşık 40 yıldır ‘bölünme’ korkusuyla yaşıyor.
Çatışmayla, savaşla, bu korkuya sebep olan sorunu çözeceğini sanıyor.
Bunun için on binlerce evladını toprağa verdi. Milyarlarca lirasını bomba olarak dağa taşa attı. Buna rağmen 40 yıldır bir arpa boyu yol almadı. Tam tersine, sorun daha da derinleşti.
Öncelikle bu korkudan kurtulmamız, hiçbir sonuç getirmeyen çatışmacı politikalardan vazgeçmemiz gerekiyor.
Önce içeride huzuru, barışı tesis etmemiz, toplumsal bütünlüğü sağlamamız, sonra da sınırın öte yanında kim olursa olsun onlarla diyaloğa, dostluğa dayalı ilişki geliştirmemiz gerekiyor.
Düşmanlık politikalarıyla ülkemize de bölgemize de huzur getiremeyiz. Bugüne kadar getiremedik de.
Düşmanlık politikaları komşumuz, akrabamız olan insanları ABD, İsrail ve Rusya gibi devletlerin oyuncağı olmaya zorluyor.
Oturup konuşarak anlaşacağımız, uzlaşacağımız insanları kendimize düşman yaparak onları ‘büyük güçler’in kucağına itmek pek akıllıca bir politika değil.
“Filan devletin şöyle hesapları var.” “Falan devlet Türkiye’ye şöyle tuzaklar kuruyor.”
Eğer böyle tuzaklar, aleyhimize hesaplar varsa tüm bunlarla ancak içeride toplumsal bütünlüğünü sağlamış, kurumlarıyla, kanunlarıyla demokrasisiyle güçlü bir devlet olursak baş edebiliriz.
Hukuku yok eden, toplumsal barışa dinamit koyan, kurumları birer birer işlevsiz hale getiren, ülkeye büyük zarar veren OHAL’i kendi iktidarı için fırsat gören bir yönetimle ne güçlü toplum ne de güçlü devlet olabiliriz.
Uyguladığı yanlış politikalarla içeride devleti zayıflatan, yıkıma sürükleyen iktidar, “Dışarıdan devletimize saldırı var, savaşmalıyız” diye hepimizi onun yanında durmaya zorluyor.
Bütün bunları düşünmeden savaşa taraftar olmak, iktidarın yaydığı korkuya teslim olmak, başta muhalefet partileri olmak üzere hepimiz için büyük bir utançtır.
Ülke sevgisi, elbette duyguyla ama daha ziyade akılla, mantıkla hareket etmeyi gerektirir. Hamasetten, hezeyandan, galeyandan uzak durmayı gerektirir.
Sırf seçim kazanmak, iktidarda kalmak için ülkeyi her geçen gün biraz daha kemiren OHAL’i sürdür. Bir devletin temel direği sayılan hukuku yok et. Özgürlükleri kısıtla. Kurumları birer birer işlevsiz hale getir. Daha fazla oy için toplumsal bütünlüğü boz, kutuplaşmayı kışkırt.
Bütün bunlarla ülke hastalansın, bitap düşsün sonra da kalk, “Benim yanımda durmazsanız vatan hainisiniz” de.
Bunu söyleyenlere söyleyecek tek bir sözüm var: Hadi oradan! Ülkeyi bu hale getirenlere bel bağlayacak kadar aklımı kaybetmedim. LEVENT GÜLTEKİN