Ahlak, semantik anlamda; ahlak, huy, etik veya moral gibi kavramlarla ifade edilse de, bütün bu kavramların etimolojik anlamda insan doğasını işaret ettiği açıktır. Nitekim ahlak kelimesinin Arapça ‘yaratılış’ (xaleqe); ‘huy’ kelimesinin ise, Kürtçe ‘xu’ (insanın kendi tabiatı) kökünden geldiği bilinmektedir. Ahlak, İnsan doğası gereği (fıtraten) ‘iyi’ kabul edilen söz ve davranışlarla ilgilidir. Biri doğal, diğeri kültürel olmak üzere iki kaynağı olan ahlakın doğal kaynağı, insan doğasında zaten var olan; vicdan, adalet, merhamet, fedakârlık ve estetik gibi duygu ve değerler evrenidir. Ayrıca ahlakın bu fıtri özelliği, aynı zamanda onu, insanlığın üzerinde uzlaşabileceği evrensel bir norm haline de getirmektedir.
Ahlakın bir diğer kaynağı olan kültür ise; topluma, mekâna, zamana ve inanca göre değişebilen, görece bir değerdir. Buna kısaca, örf ve adet demek de mümkündür. Örnek vermek gerekirse; bütün insanlarda var olan utanma duygusu evrensel olduğu halde, hangi söz veya davranıştan utanılması gerektiği ise, büyük ölçüde kültüreldir.
Dolayısıyla bir kültürde herhangi bir söz veya davranışın ahlakiliğini ölçmemizi sağlayacak olan en geçerli kriter, toplumda o söz veya davranışa gösterilen utanma (ar/hayâ) refleksidir. Diğer bir ifadeyle, herhangi bir toplumda, söylenen bir sözden veya yapılan bir fiilden kimse hayâ etmiyorsa, o kültürde o söz veya fiil ‘ahlakın’ konusu değil, demektir.
Ahlak-kültür ilişkisine benzer diğer bir konu da, ahlak-din ilişkisidir. Bilindiği kadarıyla hemen her toplumda, ‘ahlak’ dendiğinde, din güçlü bir şekilde akla gelir. Öyle ki, birçok kişi ahlakı tamamen dinin bir cüzü şeklinde değerlendirebilmektedir. Şüphesiz bu çağrışımı haklı kılacak kadar yeterli sebebin olmadığı da söylenemez. Nitekim Kuranı Kerim bize, ‘gerçek din’ olarak “insanın üzerinde yaratıldığı fıtratı” gösterir ki, zaten daha önce de söylemeye çalıştığımız gibi, ahlakın kendisi de bizzat o fıtrattan başka birşey değildir. Yine Kuranı Kerimin; “Şüphesiz sen, büyük bir ahlak üzeresin” (Kalem:4) demekle, aslında Hz. Muhammed’in şahsında, insanoğlunun sağlam fıtratını işaret ettiğini anlamak da mümkündür. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in de; “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” derken, ahlakın kültürel ikmalinden başka bir şeyden bahsetmediğini anlıyoruz.
Ancak bütün bu gerçeklere rağmen her zaman dini, ahlakın yegâne kaynağı saymak veya dinin her zaman doğal ahlak ile örtüşebileceğini iddia etmek de mümkün değildir. Unutmamak gerekir ki, yukarıda sözü edilen din, insan fıtratını referans kabul eden İslam dininden başkası değildir. Dolayısıyla bu değerlendirmenin bütün dinler veya İslam’ın bütün yorumları için geçerli olacağı anlamını da taşımaz.
Nitekim çoğu kere dinlerin veya dini yorumların, ahlak ile açıkça çeliştiği de bilinen bir gerçektir. Buna karşın, kendilerini hiçbir ‘dine’ mensup görmeyen insanların da, kendilerince bir ‘ahlak’ anlayışına sahip oldukları, hatta yalan söylememek, hırsızlık yapmamak gibi fıtri olan çoğu konularda dindar insanlarla ahlak anlayışlarının ortaklaştığı da bir gerçektir. Bu da gösteriyor ki, din olmadan da ahlakın olabileceğini kabul etmek zorundayız. Ancak dine rağmen ahlakın kemale ermesinin her zaman eksik kalabileceği de bir diğer gerçektir. Nitekim Hz. Muhammed’in; “ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” sözünü de bu şekilde anlamak gerekiyor. Sonuç itibariyle, din ve ahlak ilişkisi için; kesin olarak din, ahlakın yegâne kaynağıdır denmese bile, din, ahlakın kültürel kaynağını oluşturan faktörlerin başında gelir, denebilir. Diğer bir ifadeyle; dinin, ahlakın asli kaynaklarından biri olduğunu söylemek, pekâlâ mümkündür.
Ahlakın Toplumsal Rolü
İnsanlar, en başta tek bir toplum iken (Yunus: 19) acaba niçin sonradan farklı farklı topluluklara ayrıldılar? Veya bir toplumu toplum yapan ve bir arada tutan faktörler nelerdir acaba? Bireyleri toplum şeklinde bir arada tutan coğrafya veya çıkarlar gibi maddi faktörlerin dışında ortak ahlaki değerler de var mıdır? Varsa bunlar nelerdir?
Bir toplumu toplum yapan ve bireyleri toplum halinde bir arada tutmayı sağlayan temel faktörlerin başında, kuşkusuz geniş anlamda ortak ahlaki değerler hiyerarşisi gelmektedir. Nitekim üzerinde uzlaşma sağlanmış ve geniş manada ortak ahlaki değerlerden neşet eden kuralları olmayan bireylerin, bir toplum meydana getirmeleri de mümkün değildir. Ortak kuralları olmayan bireyler, ancak devlet gibi cebri mekanizmalar eliyle bir arada tutulabilirler ki, zoraki yöntemlerle bir arada tutulan yığınlara da ne kadar toplum denebilir; o da ayrı bir tartışma konusudur.
Kanunlar (yasalar) ise, bir toplumun varlığını sürdürebilmesini sağlayan asgari ahlaki zorunluluklardır. Çünkü yasalar, kamu düzenini sağlayan birincil ahlaki kurallardır. Onun için ortak yasalar etrafında uzlaşamamış hiçbir tolumun sosyolojik varlığından veya en azından ahlaki meşruiyetinden söz etmek de mümkün değildir.
Zira toplum, benzerlerin gönüllü birlikteliğine dayanan ahlaki bir beraberliktir. Ortak ahlaki değerlere rağmen basit arkadaşlıkların dahi sürdürülmesi zor olduğuna göre, toplumların birlikteliğini sürdürebilmeleri de çok daha zor olsa gerek. Dolayısıyla toplumsal varlığın sürdürülebilmesi için bütün ahlaki konularda azami düzeyde ortaklaşma her zaman zor olsa bile, yasal konularda yeterli düzeyde uzlaşmanın sağlanması bir zarurettir.
Diğer bir ifadeyle; hukuken insanlar, ortak bir toplum oluşturmak zorunda değiller. Ancak ortak bir toplum oluşturmak isteyen insanlar, toplumsal kurallarda uzlaşmak zorundalar. Dolayısıyla ortak değerlerde uzlaşamayan toplumların bölünmeleri ne kadar doğal ise, bir arada yaşamaya zorlanmaları da bir o kadar yanlıştır.
‘Yasa’nın Ahlaki Kaynağı
Ahlak ile kanun (yasa), karşılıklı birbirlerini var eden ve yaşatan iki değerdir. Dolayısıyla iyi ahlak için yasalar, yasalar için de iyi ahlak kaçınılmazdır. Her ne kadar ilk etapta kanun, adaleti; ahlak ise iyiyi hedef edinse bile, uzun vadede ahlak olmadan kanunun, kanun olmadan da ahlakın korunamayacağı açıktır. “Allah size adaleti ve iyiliği emreder” diyen Kuran’ın, adalet ve iyilik kavramlarını aynı cümlede zikretmiş olması da bu anlamda düşündürücü olsa gerek.
Ahlak ile kanun arasındaki temel fark; ihlali durumunda birinin müeyyidesinin tamamen manevi, diğerinin müeyyidesinin ise aynı zamanda maddi olmasıdır. Yine kanun, açık ve anlaşılır bir şekilde önceden herkes için tanımlanmış zorunlu hukuk kuralları iken, ahlak ise daha çok kişiye özgü bir durumdur. Diğer bir ifadeyle; ‘kanun; uyulması zorunlu ahlak kurallarıdır’ demek de mümkündür.
İşte kanun ile ahlak arasında var olan bu illiyet bağı, yasaların toplum tarafından yapılmasını da zorunlu kılmaktadır. Toplumun ahlaki endişelerine rağmen yasaların başkaları tarafından yapılacak olması, yasaları ahlaki temelden de yoksun bırakacaktır. Toplumsal ahlakı referans almamış olan bir yasaya toplumun itaat etmesi de ahlaken beklenmemelidir.
Böyle bir durum karşısında, toplumun yasaya itaatini sağlamak, ancak meşru olmayan herhangi bir baskı ile mümkün olabilecektir. Şüphesiz böylesi bir durumda; toplum- ahlak-yasa arasında derin bir kriz var demektir. Çünkü böylesi bir durum karşısında yasa, ahlaki değerden; ahlak ise yasal güvenceden yoksun kalacaktır. Ki, herhangi bir toplum için bu durum tek başına yeterince ifsat edici bir nedendir. Zira böylesi bir toplum, sosyolojik anlamda inandırıcı bir disiplini olmayan, değersiz ve kuralsız bir kalabalıktan öte bir anlam da ifade etmeyecektir.
Kanunları, ahlaki değerleri ile uyumsuz olan toplumlar, aynı zamanda ahlaki kriz içinde olan antidemokratik toplumlardır. Zira herhangi bir toplumdaki demokrasi yokluğu, aynı zamanda o toplumun kendi iradesine rağmen yönetildiğini gösteren derin bir ahlaki sorundur da. Demokrasinin, yönetimlerin yegâne meşru kriteri olmasının nedeni de, işte toplum ile toplumun ahlaki değerleri arasında var olan bu illiyet bağıdır.
Kuranı Kerim, “Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür” (Lokman: 13) derken, belki de tam da bunu kastetmiştir. Zira bir topluma rağmen kanun vazedip, toplumu o kanunlara itaate icbar etmeye kalkışmak, İslam itikadı açısından ilahlık taslamaktan farksızdır. Aslına bakılırsa, ne şekilde olursa olsun, Allah’a ait olması gereken vasıfların başkalarına da ait kılınması, insanları haksız yere başkasına itaate de sevk etmek durumunda bırakacaktır. Dolayısıyla, insan şahsiyetini aşındıran bu tarz inanç ve eylemlere, mahiyeti itibariyle zulüm içeren bir şirk gözüyle bakmak da yanlış olmasa gerek.
Yukarıda da ifade edildiği gibi, yasaların yegâne kaynağı, onları vazeden toplumların ahlaki değerlerinden başkası değildir. Hatta herhangi bir toplumun yasaları, tamamen bir dinin şeriatı veya bir ideolojinin postülası olacaksa bile, bunun toplumsal irade tarafından yüzde yüz kabul edilmiş olması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Toplumsal uzlaşma her zaman bütün kanun maddeleri üzerinde sağlanamayacak olsa bile, uzlaşının ‘usul’ ile ilgili konularda yüzde yüz sağlanması göz ardı edilemez.
Daha önce de ifade edildiği gibi, insanlar en başta tarafı olmadıkları yasalardan sorumlu da tutulamazlar. Ve yine insanlar, açık bir şekilde kamu düzenini (kamu güvenliği, kamu sağlığı, kamu ahlakı) ihlal etmedikleri sürece, hiçbir yasayı kabule de zorlanamazlar.
Takva Veya İslam’ın Kural Ahlakı
Kuranın her vesileyle övdüğü, hatta yücelttiği, insanlar için üstünlüğün yegâne kriteri kabul ettiği, her iki cihanda da zaferin vesilesi olarak gördüğü ve Kuranda en çok geçen kavramların başında gelen ‘takva/muttaki’ kavramı, acaba ne anlama geliyor ve bu kavrama niçin bu kadar önem atfediliyor?
Malum olduğu üzere Takva, Arapça ‘veka’ kökünden gelen; korunmak, sakınmak, kişinin kendisini kötü ve zararlı şeylerden alıkoyması anlamına gelmektedir. Kavram olarak takva ise kişinin, Allah’ın koymuş olduğu emir ve yasaklara riayet etmesi anlamında kullanılır. Takva/muttaki olmanın derecesi ise, İslami kurallara uymadaki titizlikle ölçülür. Diğer bir ifadeyle; takva (muttaki) kavramını, “disiplinli olmak” şeklinde ifade etmek de mümkündür. Bu durumda muttaki olmak, Allahın koymuş olduğu disipline titizlikle uyma ahlakıdır denebilir. Bilindiği gibi, kurallara uymanın iki nedeninden biri; müeyyide, diğeri ise insanın kendi iç disiplini olan ahlaktır. İşte bu ahlaki disipline sahip olma erdemine, takva diyoruz.
Takvanın bu merkezi rolünden de anlaşılacağı gibi, pekâlâ İslam, kural ve kurala uyma ahlakı üzerine bina edilmiş bir dindir, denebilir. Zira bütün İbrahimi dinlerde, kural ‘namus’ olarak görülmüştür. Öyle ki, kural ve kural ahlakının (disiplin) olmadığı yerde, din veya dindarlıktan bahsetmek de adeta imkânsızlaşır. Nitekim İslam, insanın değer ölçüsünü, yalnızca kurallara uyma ahlakı üzerinden değerlendirdiği gibi, kurala uymamayı da en büyük günah kabul etmiştir.
Zira Müslüman olma iddiası;
1) Allah’ın kural koyma yetkisini ve koyduğu kuralın doğruluğunu kabul etmek,
2) O kurallara itaat etme ahlakına sahip olmak ile mümkündür.
Nitekim bunlardan birincisi imanı, ikincisi ise salih ameli ifade eden, İslam’ın temel esaslarıdır.
İslam, kurala verdiği önemi, nazil olduğu dönemde karşılaşılan bütün sorunları, açık kurallara bağlamak suretiyle çözmeye çalışmakla ortaya koymuştur. Öyle ki, karşılaşılan her yeni soruna veya potansiyel soruna dair mutlaka yeni bir kuralın vazedildiğini görmekteyiz. Kural ahlakıyla inşa edilen İslam, nazil olduğu dönemde kural koyma konusunda mutlaka şu dört tavırdan birini seçmiştir:
1) Mevcut olan kuralı aynen muhafaza etme,
2) Mevcut kuralı yenisiyle değiştirme,
3) Mevcut kuralı tamamen kaldırma,
4) Kuralsız olan bir konuda sıfırdan yeni kural koyma.
İslam, bir taraftan kendi toplumunun iç sorunlarını vahiy marifetiyle kurallara bağlarken, diğer taraftan da Hz. Muhammed, Müslümanlar ile diğer topluluklar arasında var olan veya olabilecek potansiyel sorunların çözümüne dair sözleşmeler imzalamıştır.
Hz. Muhammed, muhatap olduğu her toplulukla Müslümanlar arasında, belirsizliği ortadan kaldırmak, doğabilecek sorunları önceden belirlenmiş kurallara bağlamak ve sürdürülebilir bir ortak yaşamı mümkün kılabilmek maksadıyla mutlaka yazılı sözleşmeler yapma yoluna gitmiştir. Şüphesiz kuralsızlığın belirsizlik ve kaos olduğunu bilen Hz. Muhammed, hiçbir konuyu açıkta bırakmamaya büyük özen göstermiştir. Ancak ne hazindir ki, Hz. Muhammed’in sözleşme konusundaki bu ısrarlı tutumu (sünneti), sonraki Müslümanlar tarafından hak ettiği ilgiyi görememiştir.
Aslında İslam’ın Ehl-i Kitap ile olan hukukunda, müşriklere kıyasla daha rahat bir tavır alması ve Ehl-i Kitab’ın tanınırlığını benimsemiş olmasının bir nedeni de, Ehl-i Kitab’ın kendisiyle münasebet geliştirmede öngörülebilir davranışlara sahip, kurallı bir toplum olması ihtimalidir. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanların dışında kalan ve vahye dayalı oldukları da kesin olmayan ama buna rağmen kendilerince kitapları ve/veya kuralları olan Mecusiler gibi toplumlara da Ehl-i Kitap hukukunun uygulanmış olması, bu ihtimali güçlü kılmaktadır. Belli ki Ehl-i Kitap kavramı da sonuç itibariyle, ‘kurallı toplum’ şeklinde anlaşılmıştır. Çünkü hiçbir kuralı olmayan, dolayısıyla nerede ne yapacakları öngörülemeyen toplumlarla sürdürülebilir ilişkiler geliştirmenin bilinen başka bir yolu da yoktur.
Peki, muttaki bir Müslüman için uyulması gereken kurallar, yalnızca Allahın bize emrettiği kurallar mıdır, yoksa genel manada doğru kabul edilebilecek olan kurallar bütünü müdür? Diğer bir ifadeyle; Allah’ın bize emrettiği kurallar, yalnızca vahiy tarafından somut isimleriyle bize bildirilen emir ve yasaklar mıdır, yoksa bunların yanı sıra aklen ve ahlaken de bilebildiğimiz (fıtri) bütün doğrular mıdır? Örnek vermek gerekirse; mesela, Kuran’da bahsi hiç geçmediği halde trafik kurallarına uymak da takvadan kabul edilebilir mi?
Bu sorulara doğru cevaplar verebilmemiz için öncelikle Allah’ın bizlere gerçekten neyi emrettiğini de iyi bilmemiz gerekiyor. Öncelikle şunu bilmeliyiz ki, Kuran bize tam bir iyi-kötü veya güzel-çirkin listesi vermekten ziyade genel manada; adaleti, iyi ve temiz olanı emrederken; kötü, çirkin ve zalimane olan işlerden de nehiy etmektedir.
Bu durumda doğal olarak iyi ile kötüyü birbirinden nasıl ayırt edebileceğimiz de akla gelebilir. Şüphesiz İslam’a göre, iyi ile kötüyü tanımanın birinci referansı akıl, ikincisi ise vahiydir. İnsan için doğruyu bulmanın birinci referansının akıl olması, hakikatte aklın vahiyden daha üstün olduğu anlamına da asla gelmemelidir. Unutmayalım ki, insan için doğruyu bulmada birincil referansın akıl olmasındaki neden, tamamen insani gerçekliğimizden başka bir şey değildir. Zira insan, sonuç itibariyle hangi sözün vahiy olabileceğini bile yine ancak akıl marifetiyle bilmek durumundadır.
Bu da gösteriyor ki, muttaki bir insanın uyması gereken doğrular, vahyi doğrulardan önce akli doğrulardır. Nitekim Hz. Peygamberin de hayatı baştan sona bunun örnekliğiyle doludur. Örnek vermek gerekirse;
1) Hz. Muhammed, henüz vahiy almadan önce, aklen ve ahlaken doğruluğuna inandığı bir organizasyon olan Hılful Fudul’a katılmış ve peygamberliğinden sonra da, “şimdi olsaydı yine katılmak isterdim” diyerek o eylemini övmüştür.
2) Hz. Muhammed, gayrimüslimlerle Hudeybiye antlaşması ve Medine Vesikası gibi birçok sözleşme yapmış ve o sözleşmeler vahiy olmadıkları halde, vahiymiş gibi harfiyen uymuştur. Nitekim Kuran’ın, genel manada söz ve sözleşmelerimize uymayı emrettiği, diğer bir ifadeyle; söz ve sözleşmelerimize uymayı takvadan saydığı da bilinen bir gerçektir.
3) İlginçtir; henüz vahiy yoluyla açıkça haram edilmedikleri halde, aklen ve ahlaken kötü olduğu bilinen; zina, iftira ve hırsızlık gibi doğal suçlar, Mekke’nin ilk yıllarında Hz. Muhammed tarafından, uzak durulması gereken günahlar olarak tebliğe konu edilmiştir. Hatta bu suçların işlenmemesi, Akabe Beyatnın şartlarından da sayılmıştır.
4) İslam’dan önce de Arapların bir örfü olan ‘haram aylar’ hukukuna, henüz hakkında vahiy inmediği halde, Hz. Muhammed riayet etmiştir.
İşte bu ve benzeri daha birçok örnekte de görülebileceği gibi Müslümanlar için uyulması gereken kurallar, yalnızca vahiy yoluyla somut şekilde isimleri zikredilen emir ve nehiyler değil, aynı zamanda aklen ve ahlaken (fıtraten) de, iyi ve kötülüğü bilinen işlerin bütünüdür, diyebiliyoruz. Aynı zamanda bu da bize; trafik kuralları, insan hakları, demokrasi ve savaş hukukunda olduğu gibi özü itibariyle doğru olan ve üzerinde uzlaşılan; siyasi, sosyal, hukuki ve ekonomik kurallara da ahlaken ve dinen uyulması gerektiğini göstermektedir.
Kural Ahlakından Yoksunluğun Müslümanlara Maliyeti
İslam’ın kural ahlakı (takva) konusundaki ısrarına rağmen kurallı bir toplum olmayı başaramayan Müslümanlar, ne yazık ki o oranda sorunlarını da çözememişlerdir. Daha İslam’ın ilk döneminden beri sosyal ve siyasal alanın adil, demokratik, sürdürülebilir kurallara bağlanamamış olması bu alanı kan ve kavga alanı olmaktan da kurtaramamıştır. Ahlak ve erdemden çokça bahseden retoriğe rağmen, ahlak anlayışı soyut bir erdemden öte, somut bir davranışa dönüşememiştir. Kuralları hep beraber eşit şartlarda tartışıp uzlaşarak koyan ve kendi kurallarına uyan bir ahlaki olgunluktan yoksunluk, Müslümanların birçok alanda geri kalmalarına da neden olmuştur.
Maalesef İslam dünyasında ahlak ve erdemden çokça bahsedilmesine rağmen yapılan bütün istatistiklerde, dünyada temel ahlaki erdemler konusunda Müslümanların alt sıralarda yer aldığını üzülerek görmekteyiz. Aynı şekilde üretim ve ekonomik refah gibi maddi alanda da durum hiç de farklı görünmüyor. Teknoloji ve inovasyon alanında, sosyal adalette, fert başına düşen milli gelirde, eğitim ve insani kalkınmışlık indekslerinde genel seviyenin hep dünya ortalamalarının altında olduğu görülmektedir.
Zira ahlak, kural, adalet ve medeniyet kavramları, birbirleriyle diyalektik ilişki içinde olan kavramlardır. Herhangi bir alandaki düzey, diğer alanları da ister istemez etkileyebilmektedir. Bir taraftan ahlak, sözü edilen değerlerin temelini oluştururken, diğer taraftan da ahlaki karşılığı olan kurallara bağlanmış bir sistemin olmayışı, ahlakın korunmasını da zorlaştırmaktadır.
Bir davranış bilimci olan Selçuk R. Şirin’in de dediği gibi; “Ahlakın, medeniyetin temeli olduğu gerçeğini artık ekonomistler de kabul ediyor. O nedenle dünya ekonomik tarihini inceleyen Daron Acemoğlu ve James Robinson’ın Ulusların Düşüşü çalışması aslında bir çeşit toplumsal ahlakın inşa tarihi olarak da okunabilir. Yazarlar bu klasik çalışmalarında ahlaksızlığı kurumsallaştıran ulusların tarih sahnesinden yok olduğunu gösteriyor. Yine aynı çalışmada tarihte başarılı olmuş ulusların ise bir arada yaşama hukukunu kurumsallaştırmış sistemler olduğunu görüyoruz.”
Şirin, yine somut verilerden hareketle şu tespitte de bulunuyor; “Demokratik bir hukuk düzeni kuran toplumlarda ahlaksızlık azalıyor. Totaliter sistemlerde ise ahlaksızlığın her türlüsü artıyor. (...) Bireylerin davranışları, içinde yaşadıkları toplumsal sistem tarafından da şekillendirilir. O nedenle ahlak ya da ahlaksızlık bireysel olduğu kadar sistemseldir de.
Bir başka ifadeyle bazı toplumların ahlaklı bazılarının ahlaksız olmasının nedeni bir toplumda ahlaksız bireylerin yığılmış olması değil, tam tersine bir toplumda ahlaksızlığı özendiren bir sistemin kurulmuş olmasıdır.”
İsterseniz İslam dünyasının içinde bulunduğu mevcut durumu, George Washington Üniversitesi’nden Scheherazade S. Rehman ve Hossein Askari’tarafından yapılan bir araştırmanın çarpıcı sonuçlarına bakarak bir kez daha görmeye çalışalım.
Araştırmacılar, “Ülkelerin İslamilik Endeksi” adı altında yaptıkları bu araştırma ile 208 ülkenin Kuran ve Sünnete göre İslamiliğini ölçmeye çalışmışlar.
Araştırma; Sosyal ve ekonomik yapı, hukuk devleti, İnsan hakları ve Uluslararası ilişkiler” olmak üzere dört kategoride ve 12 ana başlık altında yapılmış. Araştırmaya konu edilen 208 ülkenin İslam ülkesi olup olmadığına bakmaksızın hepsine eşit kriterler uygulanmak suretiyle hangi ülkenin ekonomi, hukuk, yönetim, siyasi haklar ve insan hakları bakımından daha çok “İslam’ı yaşadığı” öğrenilmeye çalışılmış.
Buna göre 208 ülke içinde listenin ilk 37. sırasına hiçbir İslam ülkesi girememiş. İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi olan ve listeye 38. sıradan girmeyi başaran Malezya’ya bu durumda en İslami ülke diyebiliriz.
Malezya’yı 48. sırada Kuveyt, 64'te Bahreyn, 65'te Brunei, 73'te Uganda takip ediyor. Türkiye ise tam 103. sırada! 208 ülkenin 206. sırasında ise son İslam ülkesi olarak Somali yer alıyor. 2010 yılından beri tekrarlanan bu araştırmada yıllara göre ülke sıralamasında bazı değişiklikler olsa bile genel durum bundan pek farklı değil.
İşte bu çarpıcı sonuçlar da bize, nasıl kahredici bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha göstermektedir. Kanaatimizce bütün bu sorunların sebebi ise, başından beri anlatmaya çalıştığımız kural ahlakının yeterince olmamasıdır. Yani doğru kuralı bulma arayışının, kuralları doğru vazedecek demokratik kültürün ve kendi kurallarına uyacak ahlaki disiplinin yeterli olmayışı. İyice düşünüldüğünde, aslında bu üç şartın da baştan sona tam bir ahlak sorunu olduğu rahatlıkla görülecektir.
Bu üç şartı biraz daha açmak gerekirse;
1) Bir toplumun sahiden doğru kuralı tartışması için, öncelikle o toplumun gerçekten de doğru kural arayışında olması gerekiyor. Şüphesiz doğru kural arayışına ise, ancak adalet arayışı olanlar girebilirler. Hâlbuki adalet arayışı yerine çıkar ve/veya iktidar kurnazlığının aldığı bir ahlaki yetersizlikte bu mümkün olamamaktadır. Maalesef ahlaki yeterliliğin olmadığı yerde herkes adaletin bile çıkarlarına uygun olup olmadığına göre tavır alabilmektedir. Kaldı ki, böylesi toplumlarda çıkar hesapları ise uzun vadeli olma yerine, kişisel ve günübirliktir. Çoğu kimse uzun vadeli sağlam planlar yapmak yerine, kumarbaz gibi; bir anlık vurgunlar yapma peşindedir. Gerçek çıkarın bireysel maslahattan önce toplumsal maslahatta olduğu gerçeği kavranmak istenmez. Aceleci bencillik, ufukları karartmıştır. Yağmurun yağmasından çok, tarlalarının başında bir çeşme olsun istenir; hem yalnız kendilerine has, hem de hemen şimdi!..
2) Kuralların ahlaki bir değer ifade edebilmeleri, ancak demokratik bir meşruiyet içinde yapılması şartına bağlıdır. Bunun için de kural yapma sürecine, o kurala muhatap olacak olan herkesin eşit şartlarda katılabilmesi kaçınılmazdır. Zira insanlar, ancak kendi yaptıkları veya en azından hiçbir baskı altında kalmadan kabul ettikleri kurallardan ahlaken sorumlu tutulabilirler. Ayrıca kuralların iktidar ihtirasına değil, adalet idealine hizmet edebilmesi için de bu şarttır.
3) Artık bu aşamadan sonra insanların kendi elleri ve iradeleriyle yaptıkları veya doğruluğuna inandıkları kurallara tartışmasız uymaları beklenebilir. Daha doğrusu, ancak bu aşamadan sonra kurallara uymak yasal ve ahlaki bir zorunluluk halini alabilir.
İşte maalesef İslam toplumlarında, bu sayılanların üçü de, ya yok ya da yok denecek kadar yetersizdir. Daha başta, doğru kural talebi bile yeteri düzeyde bulunmadığı gibi, kural yapma sürecine de herkes eşit şekilde katılma imkânı bulamamaktadır. Dolaysıyla inanmadıkları kurallara muhatap kalan kitleler, mecbur kalmadıkça kurallara uyma gereği de duymamaktadır. Bu da toplumdaki kural ihlalinin kanıksanmasına, ahlak konusu yapılmamasına ve hatta ayıp bile görülmemesine yol açabilmektedir.
Hâlbuki insanlık tecrübesi, toplumların başarı sırrının burada saklı olduğunu tartışmasız olarak bize göstermektedir. Nitekim bugünkü Batılı toplumların başarı sırrı da yine burada yatmaktadır. Dikkatli bir gözlemci için aslında her şeyin son derece basit ve açık olduğu ortadadır; doğru kuralı, doğru şekilde yap ve o kurala kesinlikle uy!..
Hüseyin Sarıgül