Nerede ise son yirmi yılımızı alan siyasal ve toplumsal süreç daha nasıl ve nerelere evirilir bilinmez, ancak hepimizin yaşamı üzerinde bıraktığı travma tik etkiden kurtulmamız daha uzun yıllar alacak gibi görünüyor.
Zaten kısa sayılan insan yaşamı açısından 20 yıl gibi uzun bir sürenin berbat biçimde akamete uğramasının da her hangi bir telafisi ne psikolojik ne demokratik ne de İnsan Hakları açısından bu günden yarına mümkün görünmüyor.
Yaşadığımız bu kaotik ve b ir o kadar da acımazsız süreç bize bir şeyi daha öğretti. Demokrasinin tek başına her zaman için özgürlük ve adalet anlamına gelmediğini, Ehil olmayan ellere düşmesi halinde çok daha tehlikeli sonuçlara yol açabileceğini göstermiştir.
Her halükarda doğrudan demokrasinin antik Yunan’da yalnızca birkaç bin erkeğin oy verebildiği bir kaç küçük kent devletinde denendiğini hatırlamak gerekir. Aynı zamanda birkaç yüz yıl içinde bütün demokrasilerin diktatörlüklere veya kaosa ya da her ikisine birden yol açtığı da unutulmamalıdır.
Dolayısıyla ülkemiz deneyiminde son yıllarda yaşadığımız demokrasicilik ve seçim pratikleri de bu gerçeği teyit etmektedir. Başlı başına ne yapılan seçimler ne de var olduğu düşünülen demokratik kırıntılar toplumu huzura kavuşturmamıştır.
Demokrasi ile ilgili ifade etmeye çalıştığımız şeyler eğer bir karamsarlık yaratıyorsa ki demokrasi olgusu araçsallaştırıldığı sürece de yarata bilir. O halde demokrasi bütün kurum ve kuralarıyla amaçsallaşmadığı takdirde her zaman için böylesine bir tehlike ve meşruiyet sorunu yaratabilecektir.
Meşruluk siyasal iktidarın iksiridir.
“En güçlü bile efendi olmak için yeterince güçlü değildir”. Diyor Jean Jacques Rousseau “Gücü hakka, ittiatı göreve dönüştürmedikçe”. İşte demokrasimizin ve de siyasal iktidarımızın temel sorunu da yaşadığı bu meşruiyet krizidir. Demokrasi “aracıyla” elde ettiği gücü hakka değil haksızlığa güre tükettiğini sadece muhalif kesimler değil, iktidarın içinden ve çevresinden çok daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı.
Mevcut durumun geri dönüşü olmaz çünkü Lord Acton’unda ifade ettiği gibi tam iktidar tahayyülü tam bozdu ve onarılmanın imkanı yok, dile getirilen restorasyon söylemleri de çare olmaktan uzaktır.
İktidar kendi güvenliğini (bekasını) meşru demokratik, kolektif zeminde sağlama yerine toplumun yarısını ötekileştirerek sağlamaya çalıştı. İşlevsiz hale getirdiği demokrasi ile başta rakipleri olmak üzere muhalif gördüğü herkesi zindana atarak, yok ederek kendisi için bir güvenlik alanı oluşturmaya çalıştı.
Oysa siyasal iktidar bu yöntemle başta kendi güvenliğini ve güvenirliğini yok etti. “hırslı liderlerin kızgın insanlarca hoş karşılanan alternatif talepleri beraberinde yeni yenilgiler getirir” İstanbul seçimleri ve seçimlerin yenilenmesi talebini dayatan sosyoloji ve irade bu gerçekle bire bir örtüşmektedir.
İktidara karşı muhalefetin son yerel seçimlerde gösterdiği İzafi başarının,( İzafi başarı diyorum çünkü seçim sonuçlarına nereden baktığınız bağlı) yeterli olmadığı kanısındayım. Çünkü bu başarının en önemli sacayağı olan Kürt siyasal hareketinin stratejik tercihiyle ilgili olmasına karşın muhalefet cephesindeki İYİ partinin bu önemli katkıyı kendi klasik milliyetçi ırkçı acentesi üzerinden küçümsemesi veya yok sayması ortaya çıkan umut verici sonucu bloke etmekte, demokratik ve kolektif bir birliği engellemektedir.
Muhalefetin yetersiz kalışının bir göstergesi de AKP nin içinden muhalif bir çıkışın yaşanmasından anlaşılmaktadır. Her şeye rağmen bu çıkışın çokta omurgasız olmadığı, ulusal ve ulusal arası ölçekte dayanaklarının bulunduğunu bizzat AKP çevrelerinde yaşanan stres ve panikten anlaşılmaktadır.
Önümüzdeki süreç daha önce ifade ettiğim gibi çok daha hareketli olacak gibi. Toplumsal demokratik muhalefet aklını başına devşirmezse en az bir yirmi yıl daha kaybetme durumuyla karşı karşıya kalabiliriz.