İlk otomobili bir Alman 1887 yılında icat etti ve akabinde iki Amerikalı kardeş benzinle çalışan otomobili ürettiler ve dünya artık işi kavramış, çeşitli marka ve modellerle biri birleriyle yarışıp ekonomilerini bu alanda uçurdular!
Biz ise daha düne kadar “ otomobile” tomofobil diyorduk, neyse ki artık otomobil diyebiliyoruz! Bunu öğrenmek bile başarı!
Hatırlarım yerli diye bir taksi üretmiştik! Üretmiştik derken, her türlü aksam ve motor yabancıydı; bize sadece kaportayı giydirmek kalmıştı. Becerip sacdan bir kaporta yapamamıştık ve nasıl becerdiysek suntadan bir kaporta yapıp motorun üstüne çektik!
Sonra bir gün baktık ki arabasını bir kenara park eden adam döndüğünde, sadece arabanın demir aksamı ortada duruyor ve bir eşek, son kalan kaporta parçalarını kemirip yiyiyordu! Yalanım varsa lütfen söyleyin!
Tabi gelen tüm iktidarlar “ yerli otomobil yapacağız” diye her seferinde oylarımızı alıp gittiler!
Üstelik ha bugün, ha yarın diyerek mesela bendenizi atmış yaşına kadar getirdiler!
Şimdi ürettik diyorlar ama gözlerim renklerini bile seçemiyor!
Elin insanından yüz otuz iki yıl sonra otomobil ürettik diyoruz!
Diyoruz da!
Acaba bu işte İtalyanların payı nedir?
Bence neresi kime ait hiç önemli değil! Bir kere adı Türkçe “ TOG.” Yani Türkiye nin Otomobil Girişim Grubu!
Ne bileyim biz bununla sevinirken, dünya neleri icad etti ona bakacağız!
Mesela gezegenler arası seyahat!
Bir sabah bakmışız herkes gitmiş biz bize kalmışız!
Eh!
Gelin deseler de şahsıma ben gitmem!
Çünkü biz bize benzeriz!
***************
NE OLUYORUZ?
Güzellik bir Tanrı lütfudur! Verir ama korumasını ve sahip çıkmasını sana bırakır!
Türkiye coğrafi ve tarihi konumu itibarıyla tüm güzellikleriyle avuçlarımızda duruyor ve biz ona baktıkça bu güzelliği nasıl çirkinleştiririz diye orasına burasına dürtüp duruyoruz ve habire kanatarak yok etmek gibi bir çabaya giriyoruz!
Bunu neden yapıyoruz?
Biz kimiz, neyiz?
Hak etmediğimiz bu güzelliği hangi Tanrı, niçin bize verdi?
Örneğin tarihi miras olan güzelliklerimiz adına ne kaldı?
Hasankeyf gibi bir tarihi sulara gömmedik mi?
İki yüz yıllık “Helen çağı” na ait ne kadar heykel, sütün varsa hepsini Ege ve Akdeniz boyunca kırıp dağıtmadık mı?
Dahası o heykellerin orasını, burasını müstehcen diyerek jiletle kazımadık mı?
Trabzon’da bir Sümela manastırı var ve yılar önce ziyaret etmiştim, duvarlarındaki tüm resimler çekiçlenerek gözleri oyulmuştu!
Tüm ülkenin altı köstebek yuvası gibi, hazine meraklılarımız oyulmadık mezar bile bırakmadılar!
Adamlar devletin bilgisi dâhilinde gidip milyon yıllık gölün dibini kazıyıp, suyunu boşalttılar!
Sonra çıkıp demezler mi “ Olsun canım, oraya tekrar su taşırız” diye!
Kaz dağlarını siyanüre peşkeş çektik! Olur, şey değil, hem orman fakirisin, hem de ormanlara taş ocağı ve maden arama izni veriyorsun!
Sonra bakıyorsun elde avuçtaki yeşil alanlar da yer yer kel griliğe bürünmüş ve tüm çirkinlikleri gözlerimize sürme niyetine çekmişiz!
Yazın sıcağında yanan ormanlar artık alıştığımız durumdu! Peki, kış ortasında, üstelik Karadeniz de sahil boyunca seri olarak çıkan orman yangıları neyin nesi?
Hangi ruh hastası, kim niçin yapıyor?
“ Vatan, vatan” diyerek mangal da kül bırakmayanlar, korkmayın kimsenin bu ülkeyi bölmek gibi bir niyeti yok!
Ama ülkeyi yakıp kazıyanların bir niyeti olmalı!
Nedir o niyet?
Bölmek değil, toptan yok etmektir!
Ormanı ağacı yakılmış, tarihi yok edilmiş, suları boşaltılmış bir ülke yok olur; şimdi anladınız mı sevgili Milliyetçiler!
Ha, bir de İstanbul’u güzelleştirelim diye bir yapay kanal açmak gibi yeni bir fikrimiz var ya,
Mevzu ve konuya dair teknik bilgim yok! O nedenle ukalalık yapmak istemiyorum! Ancak Hz. Nuhun cep telefonuyla konuştuğunu söyleyen bir bilim adamımız “ çevreye hiç bir zararı yok” demişse ben ona inanmak zorundayım!
Diğerleri ha bire zıplasın dursun! Bilim adamı ne demişse odur!
Yalnız vatandaş Mehmet’in de bir görüşü var!
Diyor ki “ Allah yediklerinizi boşaltasınız diye vücudunuzun dibine bir kanal vermiş ve siz ikincisini açmak isterseniz ne olur?”
Bence “ Hz. Nuh cep telefonu ile konuştu” diyenle, vatandaş Mehmet’in fikrini kıyaslayın!
Bence burada iki yanlış yok, bir doğru var!
Onu da siz bulun!
***********************
ÜZÜLÜYORUM
Dünyanın en rahat paye verilen ülkesiyiz!
Mesela biz de profesör olmak artık sıradan bir iştir! Öyle yabancı dil bilmenize falan gerek yok! Televizyon kanalına çıkıp “ Kodum mu oturturum” dediğinizde mesele tamamdır ve siz artık profesörsünüz!
İmparator unvanlılarımız da öyle! Onun için okumaya da gerek yok! Bunlardan iki tanemiz var ki, dünya çapında! İkisi de artık enseyi kaşımaya başladı ve sallanan tahtlarına ha bire çivi çakıyorlar ama nafile!
Tabi böyle olunca bunlardan geriye dönüş sendromu başlıyor! Fatih Terim, tekrar Selçuk İnan’a dönüyor, o da aldığı her topu kendi kalesine doğru atıyor! Ne yapsın imparator!
Bence en iyisini diğer imparator yaptı! Unvan büyüktü ve bu işi mafyacılığa da taşıyınca, hepinizin malumu vuruldu!
Bu işler sadece İtalya da değil, bizde de oluyordu ve gerçekten o güzel sese yazık oldu.
Sonra eski şatafat bitti! Geriye siyaset kaldı!
Hükümet onu bir türlü Milletvekili yapmadı! Üstelik “ Reis için ölürüm” demesine rağmen!
Gerçekten ölür mü, bilmem! Ben, denilene değil, icraata bakarım! Yapmadığı sürece de hiç inanmam! Umarım beni utandırır!
Şimdi de yeni Kanal İstanbul profesörleri türedi!
Vallahi ben anlamam! Ara sıra bana “ Üstat” diyerek beni şımartanlar, artık yemezler; geçin bu eskimiş ayakları, artık tinerciler de biri birine “ üstat” diyor!
Yani bana da “ profesör” deyin, diyeceğim ama o kadar çoğaldılar ki çok kararsızım!
Yine de siz bana “ Hasan” deyin!