Merhaba, yoğun çalışma hayatı ve sonrasında emeklilerin insanca yaşamaları adına içinde bulunduğum aktif mücadele nedeniyle, bir hayli yorgunluk biriktirmiş olan bedenim ile sürekli düşünme ve düşündüğümü yazıya dökmenin yorduğu zihnimi dinlendirmek için bir tatil yapmam gerekti.
Bu nedenle bir aydır yazılarımı sizlerle paylaşamadım. Kuşkusuz bu sürede, ülke gündemi hep yoğundu.
Can kaybına yol açan sel ve yangın gibi afetler, bu afetlerin yaşandığı yerlerde halkın kafasına fırlatılan 200 gramlık çay paketleri, Konya’da yaşanan etnik katliam, yoksulluk, işsizlik, doğalgaz, elektrik ve akaryakıt fiyatlarına yapılan zamlar, TÜİK’in piyasadaki gerçek enflasyonu yansıtmaktan uzak TÜFE oranı açıklamasından dolayı, milyonlarca emekli ile kamu çalışanına verilen cüzi maaş zamları gibi her biri ayrı yazı konusu olan yoğun bir gündem yaşadı Türkiye.
Ülke, iktidarın beceriksizliğinin ayyuka çıktığı, orman yangınlarıyla boğuştuğu gündem adeta ateşe dönüşmüş bir Ağustos ayına girdi.
Bu arada 2 Ağustos 2021 tarihinde milyonlarca kamu çalışanı (memur), onların emeklileri ile dul ve yetimlerinin, 2022-2023 yılları için alacakları maaş zamları ile sosyal haklarının belirleneceği sözde Toplu Sözleşme görüşmeleri başladı.
Sözde diyorum, zira kamu çalışanlarının sendika ve toplu sözleşme haklarının düzenlendiği 4688 sayılı kanun, örgütlenme ve toplu pazarlık haklarına dair, başta Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) konuya ilişkin sözleşmeleri olmak üzere, temel hak ve özgürlüklere dair uluslararası sözleşmelerdeki asgari normları içinde barındırmayan bir kanundur.
En basitinden, 4688 sayılı kanunda, kamu çalışanları sendikalarına, işverenin (devlet-hükümet) dayatmalarına karşı koymalarını sağlayacak bir araç olan grev hakkı tanınmış değildir.
Dolayısıyla kanuna göre bu yıl altıncısı yapılan Toplu Sözleşme görüşmelerinin bundan önce yapılan beşi de, kamu çalışanlarının, onların emeklilerinin, emekli dul ve yetimlerinin beklentilerini karşılamaktan uzak sonuçlandı.
Kuşkusuz bunun en önemli nedeni, her sendikanın kendi üyeleri adına toplu sözleşme imzalama yetkisine sahip olmamasıdır. Zira kanuna göre, Toplu Sözleşme görüşmelerine en çok üyeye sahip üç konfederasyon ile her işkolunda en çok üyeye sahip sendika katılmaktadır.
Durum böyle olsa da, görüşmeler genelde en çok üyeye sahip konfederasyon ile Kamu İşveren Kurulu (hükümet) arasında geçmektedir. Bu özelliğinden dolayı, görüşmelerde kamu çalışanları sözcülüğü en çok üyeye sahip konfederasyonda, hatta tek başına onun genel başkanındadır.
Sıkıntının temel nedeni de budur.
Zira tek başına toplu sözleşmeyi bitirme yetkisine sahip olan en çok üyeye sahip Konfederasyon Genel Başkanı, bırakın diğer konfederasyonları, Genel Başkanı olduğu konfederasyon kurulları ile bağlı sendikalara bile danışma gereği duymadan, toplu sözleşmeyi bağlayan protokolü imzalamaktadır.
Peki, kim bu konfederasyon dersiniz?
AKP iktidara gelmeden önce adı sanı duyulmayan 30 bin üyeye sahip küçük bir konfederasyon olduğu halde, iktidarın desteği ve kamu çalışanlarını üye olmaya zorlaması ile gerek tek tek işkollarında gerekse genelde en çok üyeye ulaşan iktidar yandaşı Memur Sendikaları Konfederasyonu MEMUR-SEN. Yani kamu çalışanları, 1990’lı yıllarda tüm engellemelere inat örgütlenirken, “Memurun sendikası mı olur?” diyen ve sendika hakkı mücadelesi için kentlerin en işlek sokak, cadde ve meydanlarına çıkarak polisin saldırılarına maruz kalan kamu çalışanlarını, çalıştıkların kurumların pencerelerinden izleyenlerin, 1995 yılında yasal düzenleme yapılmasını fırsat bilerek kurdukları sözde sendikalar ve onların birleştikleri sözde konfederasyon.
Sanıyorum konuya açıklık getirmek için, kamu çalışanlarının örgütlenme seyrine kısaca değinmekte yarar var:
Aslında Türkiye’de 1961 Anayasası kamu çalışanlarına sendika hakkı tanımış ve bu hak 1965 yılında yapılan kanun düzenlemesi ile 1971 yılına kadar kullanılmıştı. Kuşkusuz bu sendikaların en önemlisi, 1968, 1969 ve 1970 yıllarında direniş ve eylemlerle zamanın iktidarını sarsmış kısa adı TÖS olan Türkiye Öğretmenler Sendikasıydı.
Ancak 1961 Anayasası’nın kamu çalışanlarına tanıdığı sendikalaşma hakkı, 12 Mart 1971 darbesinden sonra yapılan değişiklik ile anayasadan çıkarılmıştı. 12 Eylül darbesinin ardından, 1982 Anayasası’nda ise, kamu çalışanlarının sendikal hakları konusunda açık bir ifade yer almamıştı.
1980 sonrası dünya genelinde ve Türkiye’de uygulanmaya başlayan yeni liberal ekonomik modelin sonucu, bizde de uygulanmasına geçilen esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerinin, kamu çalışanlarının güvencede olmasını sağlayan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nu hiçe sayarak dayatılmasına karşı mücadele etmenin tek yolu sendikal örgütlenmeydi.
Bu şiarla yola çıkan, yoğun baskı, sürgün, cezalandırma ve güvenlik birimlerinin hukuksuz tabela indirmelerine rağmen geri adım atmayan ve birçok işkolunda sendikalar kuran kamu çalışanlarının bu sendikaları, Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KÇSP) adı altında hızla örgütlendiler.
Bu yoğun mücadele sonucu, 1995 yılında Anayasa’nın 51. maddesindeki “işçiler ve işverenler ibaresi “çalışanlar ve çalıştıranlar” şeklinde değiştirildi. Böylece kamu çalışanlarının sendikalaşmasının önü açılmış oldu. Anayasa 1995 yılında değiştirilip, kamu çalışanlarına sendika hakkı tanınsa da sendikaların yapısı ile toplu sözleşme hakkını kullanabilmelerine ilişkin esaslar, 2001 yılında çıkarılan 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu ile düzenlendi. Ancak ilk yıllarda sadece toplu görüşmeler yapılabiliyordu.
Tüm baskılara inat, kamu çalışanlarının sendikalaşmasının öncülüğünü yapan Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu, 1995 yılında, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) adını alarak yoluna devam etti.
AKP’nin iktidar olmasıyla kamu çalışanları baskı yoluyla yandaş konfederasyona üye olmaya zorlandı. Bu nedenle 2010 anayasa değişikliği ile tanınan sözde toplu sözleşme yapma yetkisi bu yandaş konfederasyonda olduğu için, hükümet ile imzalanan sözde toplu sözleşme, milyonlarca kamu çalışanı ile onların dul ve yetimlerini mağdur etti.
2 Ağustos tarihinde başlayan toplu sözleşme görüşmelerine katılan KESK’in, kamu çalışanları ile emeklilerin kayıplarına ilişkin önemli tespitleri ve bu kayıpların karşılanmasına dair talepleri var.
Toplu Sözleşme görüşmelerinin açılış toplantısında bir konuşma yapan KESK Eş genel Başkanı Mehmet Bozgeyik, daha önce Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na sundukları tekliflerine dair şu açıklamalarda bulundu:
“Teklifimizi ‘İnsanca Bir Yaşam, Demokratik, Grevli Bir Toplu Sözleşme’ şiarı altında ve altı başlıkta topladık:
· İnsanca Yaşamaya Yetecek Bir Ücret,
· Halktan Yana Bir Kamu Hizmeti,
· Temel Gelir Güvencesi,
· Güvenceli İstihdam, Güvenli Gelecek,
· Demokratik, Adil Bir Çalışma Yaşamı,
· Gerçek Bir Toplu Pazarlık.”
Evet, bunlar KESK’in toplu sözleşmeye dair temel ilkeleridir.
İktidarın sürekli kamu emekçilerini ve emeklilerini enflasyon altında ezdirmediğini belirttiğini, ancak gerçeğin öyle olmadığını ifade eden Bozgeyik, “Geride bıraktığımız 5 dönemi tek tek ele aldığımızda görüyoruz ki alım gücümüz reel olarak hep erimiş ve kaybeden kamu emekçileri olmuştur. Çarşıda pazarda, mutfakta yaşadığımız gerçek enflasyonun değil, çocukların bile inanmadığı TÜİK enflasyon rakamlarının temel alındığı her ‘toplu sözleşmede’ reel gelirimizin erimesi şaşırtıcı değildir.
O yüzden kimse bir kazanımdan, emekçilerin ezdirilmemesinden falan bahsetmemelidir” dedi. Bozgeyik, öncelikle kamu çalışanları ile emeklilerin geçmiş yıllardaki kayıplarının giderilmesini, ardından ise 2022 ve 2023 yılları için yeterli maaş artışları ile sosyal hakların verilmesini talep ettiklerini belirtti.
Umarım KESK’in tüm bu tespit ve talepleri, diğer konfederasyonlar tarafından da dikkate alınır ve bu masadan kamu çalışanlarını, onların emeklileri ile dul ve yetimlerinin insanca yaşamalarını sağlayacak bir toplu sözleşme imzalanır.
Elbette bunun olması, kamu çalışanlarının, iktidarın güdümündeki yandaş sendikal anlayışı terk etmeleri ve kendilerini temsil eden sendikalar ile konfederasyonda örgütlenmeleri ile mümkündür.
VELİ BEYÜLSEN