98 yıllık Cumhuriyet ve 70 yılı aşkın demokrasi macerası olan Türkiye, kutsal devlet anlayışıyla iktidarların, bürokratların, hatta alt kademe memurların, kötü muamele, yolsuzluk, görevi kötüye kullanma gibi olumsuzluklarının yeterince sorgulanamadığı bir ülkedir.
Bu öylesine baskın ki, sistem içi siyasi rekabette bir muhalefet partisi iktidarı eleştirdiğinde, kendisini devleti bir kenara koyarak, onu hassasiyetle koruduğunu göstermek zorunda hissetmektedir. Dolaysıyla, oldum olası devlete atfedilen bu kutsallık, devlet adına yapılan birçok usulsüzlüğün sorgulanmasını engellemektedir.
Elbette bu sadece Türkiye’nin sorunu değil. Devletin tarihsel gelişimine bakıldığında, dayandığı toplumsal katmanların özelliklerinin yanı sıra, tek tek devletlerin yapılanma biçimlerine göre farklılıklar olmakla birlikte, bu özelliğin ilkel komün al toplumdan bu yana devletin geçirdiği evrelerin tamamında karakteristik bir özellik olarak varlığını sürdürdüğünü görmek mümkündür.
Ancak kabul etmek gerekir ki, devletten devlete farklılık gösteren bu özellik, Türkiye gibi az gelişmiş, farklı etnik köken, din ve mezhepten insanların bir arada yaşadıkları ülkelerde kendini çok daha fazla hissettirmektedir.
Zira birçok farklılığın bir arada yaşadığı ülkelerde kutsal devlet anlayışının kendini baskın bir şekilde dayatmasının nedeni, ülke rejiminin o an için dayandığı etnik veya dini yapı ile sınıflı kapitalist toplumda yönetme erkini elinde tutan sermaye sınıfının bu erki kaybetmemek için uyguladığı ayrıştırıcı politikadır.
Kuşkusuz kendisini rejimin sahibi olarak gören yapı, bu politikaları direkt kendisi değil temsilcileri eliyle uygular. Yani bu ayrıştırma politikası, devlet yönetiminde bulunanlarca uygulanmaktadır.
Hâlbuki Cumhuriyet halkın kendi kendisini yönetme biçimi olarak tarif edilir. Ne yazık ki bu özelliğine rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nde halkın gerçek anlamda kendi kendisini yönettiğini ya da buna imkân tanındığını söylemek kendimizi kandırmak olur.
Evet, padişahlık bundan 98 yıl önce kaldırıldı ve “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” deyimiyle Cumhuriyet ilan edildi. Bu deyim cumhuriyetin olması gereken özelliğini ortaya koysa da, Türkiye'de bu ilke uygulamada tam olarak hayata geçmedi.
Zira gerek anayasada gerekse onun ruhunu yansıtan kanunlarda, cumhuriyetin tam demokratik cumhuriyet olmasının önünü kesmek üzere, “Ancak” diye başlayan yasaklamalarla en temel hakların kullanımını imkânsız hale getiren bir dizi kayıt ve şart vardır. Bu nedenle, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünü, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) genel kurul salonunun duvarından başka yerde, örneğin bu ülkenin dağında taşında göremeyiz.
Ne yazık ki, 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan anayasa referandumu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin bu defolu demokrasisi bile yok edildi. TBMM devre dışı ve işlevsiz hale getirildiğinden, “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.” ilkesi askıdadır.
Çünkü artık ülkede her şeye tek kişi karar veriyor ve bu tek kişi, aynı zamanda bir siyasi partinin genel başkanı. Bu nedenle, partili Cumhurbaşkanı partisinin toplantılarında, siyasi rakibi konumundaki parti liderlerine, kendisini eleştiren gazetecilere, aydınlara, bilim insanlarına, demokratik kitle örgütleri yöneticilerine yönelik her türlü eleştiri hatta eleştiri sınırlarını aşan tarzda suçlama ve hakaretlerde bulunabiliyor.
Tüm bunları siyasetçi kimliğiyle yapan Cumhurbaşkanı'na, siyasi kimliğine atfen birileri karşılık verdiğinde ise savcılar derhal harekete geçiyor ve 5237 Sayılı TCK'nin 299. maddesi gereği soruşturma başlatıyorlar.
Kuşkusuz sıkıntı, Cumhurbaşkanı'nın parti genel başkanı sıfatı ile Cumhurbaşkanlığı görevlerinin çakışmasından kaynaklanıyor. Elbette ideal olan ve olması gereken kimsenin kimseye karşı hakarete varan dil kullanmamasıdır.
Zira özellikle siyasette, eleştiri amacını aşan ve birbirine hakarete varan söylemler toplumu kutuplaştırıyor. Dolayısıyla tarafların demokrasi kültürünü özümsemeleri ve hakaret dilini terk etmeleri elzemdir. Öte yandan, Cumhurbaşkanı'nın her bir konuşmasının yapıldığı toplantının formatına göre değerlendirilmesi gerekiyor.
Yani savcıların, Cumhurbaşkanı'nın partisinin kurullarında yaptığı konuşmalara verilen cevapların siyasi faaliyet olarak değerlendirmeleri demokrasinin gereğidir. Elbette böyle yapılsa bile tarafların konuşmalarında karşı tarafa saygıda kusur etmemeleri ve eleştirileri demokrasi kültürü içinde yapmaları olması gerekendir.
Maalesef, aynı zamanda bir siyasi partinin genel başkanı olan tek kişi hakimiyetine dayalı yeni yönetim biçimi, sadece içerideki siyaset ve toplumsal yapıda değil, son büyükelçiler krizinde görüldüğü gibi, dış ülkelerle ilişkilerde yani diplomaside de sorunlara yol açmaktadır.
Zira başında bulunduğu siyasi parti adına seçmene mesaj vermekle yükümlü olan Cumhurbaşkanı'nın, bu çerçevede söylediği bazı sözler, devleti diplomasinin dışına çıkmış göstermekte ve dış dünyaya karşı sıkıntıya sokmaktadır.
Büyükelçiler krizinde Cumhurbaşkanı'nın, önce Afrika dönüşü uçakta, sonra Eskişehir'de partililere hitap ederken, dünyanın hiçbir devletinin kendi içişi olmayan insan hakları ihlallerine son verilmesine dair açıklama yapan 10 ülkenin büyükelçisinin yaptığı açıklamayı, Türkiye’nin içişlerine müdahale olarak açıklaması, "Büyükelçilerin istenmeyen adam ilan edilmesi için Dışişleri Bakanlığı'na talimat verdim.” demesi üzerine, Türkiye ciddi bir sıkıntı ile karşı karşıya kaldı.
Peki, bu yönetim anlayışının karşısında yer alan ve yapılacak ilk seçimde iktidar oldukları takdirde güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüleceği vaadinde bulunan muhalefet ne yapıyor dersiniz? Maalesef muhalefetin ana gövdesi, önceden beri süregelen alışkanlıkla kutsal devlet anlayışını henüz korumakta ve politikasını bunun üzerine oturtmaya devam etmektedir.
Merkez siyasetin bu mantığından dolayı, devlette neler yaşandığı hakkında yeterli bilgiye ulaşamayan toplum, bu konudaki bilgi eksikliğini, bir yandan kendi çabası ile gidermeye çalışırken, diğer yandan devlet içindeki çatışmalar sonucu olan ayrışmalarda tarafların birbirlerini suçlamak üzere yaptıkları açıklamalardan edindiği bilgilerle gidermeye çalışıyor.
Son aylarda muhalefet kısmen de olsa bu konuda bazı adımlar atıyor gözükse de, son bir hafta içinde muhalefetin iki önemli isminden biri, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Yozgat’ta yaptığı konuşmada, bir süre önce yaptığı "Kürt sorununu parlamentoda çözeceğiz" açıklamasının aksine şiddet ve yok etme dilini kullanması; diğer önemli isim, İYİ parti Genel Başkanı Meral Akşener’in ise haftalık grup toplantısında yaptığı konuşma da, "HDP’yi PKK’nın yanında konumlandırıyoruz." demesi, muhalefetin henüz demokratik siyasetle şiddeti birbirinden ayrı tutması gerektiği bilincine ulaşamadığını ve ne olursa olsun devlet kutsaldır anlayışından yeterince uzaklaşamadığını gösteriyor.
Bu anlayışla, demokratik cumhuriyet olma konusundaki vasıfları örselenmiş, şahıs veya parti devleti olma yolunda ilerleyen, “Biz gidersek devlet biter,” “AKP ile devletin kaderi bütünleşti” ya da "Muhalefete Ülkenin yönetimine talip olduklarını söylemekten vazgeçmelerinin kendileri için daha iyi olacağını da hatırlatmak istiyoruz" gibi söylemlerle partiyi devlet, devleti parti haline getirmiş ve kendisine yönelen her tür eleştiriyi devlete yönelmiş gibi lanse ederek eleştiri sahiplerini vatan haini ilan eden bir anlayışın arkasından gitmek, devleti korumak değil aksine yanlışa destek vermektir.
Tüm bu nedenlerle, muhalefetin bir an önce, aldığı bazı kararlar ve attığı adımlardan dolayı iktidar bloku bileşenleri ile yandaş medyadan gelen eleştirilerin baskısından kendisini sıyırmasına ve ülkenin içine sürüklendiği çıkmazdan çıkmasına dair program ve projeleri ile toplumun tamamını kucaklayan bir dil tutturmasına ihtiyaç vardır.
Unutulmamalıdır ki, kutsal devlet bazı durumlarda ülkeyi yönetenlerin yaptıkları yanlışların üstünü örtmek için sığındıkları bir limandan başka bir şey olmadığı gibi, onların yanlışını onaylarcasına aynı dille konuşmak devleti yüceltmez aksine zaafa uğratır.