Bu yazı serisinin bir önceki bölümünü tamamlarken, bir sonraki bölümde 1990’lı ve 2000’li yıllarda sosyal güvenlik alanında yapılan yasal düzenlemelerin yol açtığı hak kayıplarını işlemeye devam edeceğimi belirtmiştim.
Evet, Türkiye’de planlı kalkınmanın esas alındığı önceki yıllarda hazırlanan 5 yıllık kalkınma planlarında, İşsizlik Sigortası Fonu oluşturulması sürekli yer almış ise de buna dair düzenleme ancak 25 Ağustos 1999 tarihinde TBMM’de kabul edilen 4447 Sayılı yasa ile yasalaşmış ve fonun oluşturulmasına 2000 yılı başından itibaren başlanmıştı.
Ancak, çalışanların işsiz kalmaları durumunda gelir kayıplarını karşılamayı amaçladığı için, onların lehinde bir düzenlemeymiş gibi görünen ve “İşsizlik Sigortası Kanunu” adını taşıyan 4447 sayılı bu kanun, emekli olma şartlarında çalışanlar aleyhine düzenlemeler içeriyordu.
Zira kanun, emekli olmada o güne kadar sosyal güvenlik mevzuatında bulunmayan yaş sınırı uygulaması getirdi. Getirilen düzenlemeye göre, mevcut çalışanlar kademeli olarak yaş sınırlamasına tabi tutulacak ve geçiş tamamlandıktan sonra Kadınlar 58 erkekler 60 yaşında emekli olacaklardı.
Mevcut çalışanların kademeli geçişe tabi tutulmaları, önemli bir hak gaspıdır. Nitekim yıllardır Türkiye’nin kanayan yarası olmaya devam eden Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) mağduriyet yaşamaya devam ediyorlar.
Kuşkusuz kademeli geçiş ve yaş sınırı uygulanması, zamanın hükümeti tarafından durup dururken getirilmemişti. Gerek yerli sermaye örgütü Türkiye Sanayici ve İş adamları Derneği (TÜSİAD) gerekse uluslararası sermayenin finans kuruluşları Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası (DB), Türkiye’deki sosyal güvenlik ve emeklilik sistemlerinin değiştirilmesi yönünde raporlar hazırlamaktaydılar.
Örneğin Dünya Bankası, küreselleşen dünyada Türkiye’nin yeni sistemle bütünleşmesi için ülkenin ekonomik, siyasi, sosyal ve hukuksal değişimlerden geçmesi gerektiği yönünde hazırladığı raporu Türkiye’yi yönetenlerin önüne koymuştu.
Türkiye’nin sosyal güvenlik sisteminin, dolayısıyla emeklilik sisteminin kökten değiştirilmesini öneren raporda, Türkiye de emekli aylıklarının vergilendirilmesi, emekli aylık bağlama oranlarının düşürülmesi, emekli olma yaşının yükseltilmesi gibi birçok öneri yer almaktaydı. DB’ nin bu taleplerinin amacı, kamu emeklilik sistemini tasfiye etmek ve Özel Bireysel Emeklilik Sistemi’ne geçişi sağlamaktı.
Öte yandan 1990’lı yılların ikinci yarısında, TÜSİAD’ ın Türkiye emeklilik sistemini ele aldığı bir raporunda, “Kamu Emeklilik Sistemi mutlaka olmalı, ancak emekliler, emekliliklerinde bu sistemden çalışma dönemlerinde aldıkları maaşın %25’ini almalılar.
Ek bir gelire ihtiyaç duyan emekliler, Özel Bireysel Emeklilik Fonu satın alarak buradan ek bir gelire sahip olmalılar.” denmektedir. Görüldüğü gibi sermaye örgütü TÜSİAD, Sosyal Devletin, emeklilere sosyal güvenlikten insanca yaşamlarını idame ettirecek gelir sağlamasına karşı çıkıyor ve insanların Özel Bireysel Emeklilik Fonu almaya teşvik edilmesini talep ediyordu.
Nitekim TÜSİAD raporunun ilgili bölümü, “Devlet Özel Bireysel Emeklilik Sistemi’ne girme konusunda yurttaşları özendirici düzenlemeler yapmalı ve sisteme girişleri teşvik etmelidir.” şeklinde devam ediyordu.
Bunun anlamı, insanların emeklilik birikimlerinin sermayeye kaynak olarak aktarılmasını talep etmektir. Devlet güvencesini istemenin altında ise, olur da fonlar batarsa veya daha açık bir ifade ile emeklilik şirketleri insanların birikimlerini hiç ederlerse, külfeti devlet üstlensin ve bütçeden insanların emekliliğini temin etsin niyeti yatmaktadır.
Elbette sermayenin tüm bu rapor ve talepleri görmezden gelinmedi ve Türkiye’de sosyal güvenlik reform çalışmaları başlatılarak, 28.03.2001 tarihinde “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu” çıkarıldı.
Kanun, 7 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe girdi ve nihayetinde Bireysel Emeklilik Sistemi 27 Ekim 2003 tarihinde ilk emeklilik planlarının onaylanması ile birlikte fiilen başladı. Ancak Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları daha önce, başta Şili ve Arjantin gibi ülkeler olmak üzere, başka ülkelerde denenmiş ve başarılı olmamış bu sisteme sıcak değillerdi. Dolayısıyla sisteme istenen düzeyde katılım sağlanamadı.
Zaman içinde, devlet Özel Bireysel Emeklilik Sistemi’ne giren her bireyin yatırdığı primin %25’i kadar katkı vermek suretiyle katılımı teşvik etmek istedi. Bu da yetmedi, tüm çalışanlar zorunlu katılıma tabi tutuldular. Gönüllülük esasına dayanmayan zorunlu katılım süresi dolar dolmaz çalışanların büyük bir kısmı sistemden çıktı.
1999 yılında, emekli olmak için çalışılan toplam yıl ve gün sayısının yanı sıra kademeli olarak geçiş yapılan yaş sınırlaması yeterli görülmediği için, 2002 yılında yapılan seçimlerde tek başına iktidar olan AKP, bu alanda ulusal ve uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda düzenlemeler için düğmeye bastı ve bir dizi düzenleme ile sistemi baştan aşağı yeniden yapılandırdı.
Nitekim 2002 yılının son aylarında iktidar olan AKP’nin, siyasi yasağından dolayı o zaman henüz Başbakan olamayan Genel Başkanı, bugünün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 2003 yılı bahar aylarında yaptığı bir konuşmada, “Sağlık ve sosyal Güvenlikte reform yapacağız” demiş ve çalışanlar ile emeklileri, bir dizi hak kaybına uğratacak olan programa karşı çıkanları bir şey bilmemekle suçlamıştı.
Bu konuşmanın ardından, sosyal güvenlik kurumlarını yeniden yapılandırmak üzere kurulmuş olan komisyon, kendi çalışmasından önce Dünya Bankası’nın yukarıda bahsi geçen raporunu kamuoyuyla paylaşarak algı oluşturmaya başladı.
Aslında bununla, adına “reform” dedikleri düzenlemenin kimin isteği olarak hayata geçirilmek istendiğini açıkça ortaya koymuş oldular. Emeklilik ile sağlığı birbirinden ayıran, hak temelli yaklaşımın terk edildiği, sağlık piyasadan satın alınır meta haline getirilirken, emekli olma yaşında, emekli aylık hesaplama da ve artırılmasında bir dizi hak kaybını içeren düzenlemeler peş peşe hayata geçirildi.
Elbette ilk hedef, özellikle 1980 yılından itibaren devletin sırtında kambur olduğu, yatırım yapılmasının önünde engel teşkil ettiği yönünde ciddi bir propaganda yürütülen SSK’nın kendi sağlık kurumları vasıtasıyla ülke nüfusunun yarısına yakınına verdiği sağlık hizmetini tasfiye etmekti. Zira SSK’nın bu hizmeti, sağlık alanına kâr amaçlı yatırım yapacak yerli ve yabancı sermayenin önünde ciddi bir engeldi. Bir başka deyişle SSK insan sağlığından para kazanmanın önünde engeldi ve tasfiye edilmeliydi.
Hâlbuki SSK, EMS ve BAĞ-KUR gibi üç Sosyal Güvenlik Kurumu’nun kaynakları yıllarca karşılıksız kredi olarak, Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) gibi projelerin finansmanında kullanılmıştı.
Diğer yandan devletin, kendi çalıştırdığı işçiler ile memurların maaşlarından kesilen primler de dâhil, işverenlerin çalışanların maaşlarından peşin kestikleri primler tahsil edilmediği gibi, anaparaları ile gecikme faizleri, farklı tarihlerde çıkarılan af kanunları ile işverenlere hibe edilmişti.
Yine ileriki yıllarda kurumlara gelir sağlasınlar diye Türkiye’nin birçok kentinde, kentlerin en merkezi yerlerinde bu kurumların paraları ile yapılan gökdelen iş hanlarının, çarşıların, otellerin ve üzerinde tesis yapmak üzere satın alınmış arsaların tamamı haraç mezat değerlerinin çok altında, yer yer karşılıksız peşkeş çekildi.
SSK’nın açık verdiği, insanları kuyruklara mahkum ettiği gibi anti-propaganda ile sosyal yönü oldukça gelişmiş, bireyler ve kuşaklar arası dayanışmayı esas alan sosyal güvenlik sistemi topyekûn hedef alındı ve devletin sırtında kambur olduğu yönünde yoğun bir çalışma yürütüldü.
Ardından, “Vatandaşı kuyruklardan kurtaracağız, artık her yurttaş T.C. Kimlik numarasıyla, devlet, üniversite, özel ayrımı olmaksızın her hastaneye gidebilecek” gibi kulağa hoş gelen bir söylemle, 6.1.2005 tarihinde TBMM’de kabul edilen 5283 sayılı “Bazı Kamu Kurum ve Kuruluşlarına Ait Sağlık Birimlerinin Sağlık Bakanlığına Devredilmesine Dair Kanun” çıkarıldı ve SSK’ya ait sağlık tesisleri Sağlık Bakanlığına devredildi.
Elbette her yurttaşın her hastaneye gitmesi kulağa hoş gelen bir söylemdi, ancak burada söylenmeyerek halktan gizlenen gerçek; bu hastanelere girmek için paraya ihtiyaç olacağıydı. Yani parası olmayanın, belirtilen bu hastanelere gitmesinin mümkün olmayacağı gerçeği halktan gizlenmişti.
Böylece emekçi milyonlar ile onların ailelerine hizmet veren hastane, dispanser, poliklinik, eczane, ilaç fabrikası gibi işçilerin birikimleri ile kurulmuş SSK’ya ait tüm sağlık tesislerine el kondu. Hâlbuki SSK, devletin dışında olmayan, yönetimi devlete bağlı, hükümetlerce atanan bürokratların, iktidarın politikaları doğrultusunda yönettiği bir kurumdur.
Dolayısıyla, sağlık hizmetinin yeterliliğinde ve kalitesinde belirleyici olan, sağlık biriminin tabelasında SSK veya Sağlık Bakanlığı yazılı olması değil, ülkeyi yönetenlerin toplum sağlığına bakışıdır. Eğer SSK sağlık hizmetinde sıkıntı yaşandıysa, bunun sorumlusu kurum veya sahibi işçiler değil, bizzat iktidarlardır.
Evet, özellikle SSK sağlık tesislerine el konulmasıyla ilaç tekelleri ile özel sağlık kurumlarına sağlanan avantajları işlemeye serinin bir sonraki bölümünde devam edeceğim,