16 Nisan 2017 tarihli anayasa referandumunda tek adam yönetimini savunanların en önemli tezi, “Karar alma süreçlerinde uzun bürokratik prangalar var. Dolayısıyla biz bunları ortadan kaldırıp süreyi kısaltacağız.
Böylece tek adam hızlı karar verecek ve bundan Türkiye kazançlı çıkacak” şeklindeydi. Elbette bunu savunanlar, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB), Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) gibi, devlette yarım yamalak da olsa bağımsız karar alabilme yeteneği bulunan ve mümkün olduğunca buna uygun davranmaya çalışan birkaç kurumun bu niteliğini yok etmek için istediklerini belli etmeden, daha çok dış politika açısından kazanım sağlayacağı görüntüsü ile savunuyorlardı.
Ancak sistem uygulandıkça, asıl amaca dair gizli ajanda fazlasıyla görünür hale geldi. Zira 24 Haziran 2018 seçimlerinden bu yana yaşananlar ve yapılan uygulamalar, tek adam yönetiminin/ iktidarın açık ve gizli destekçileri ile kendi dünya görüşünde olan sermayeye çıkar sağlamak üzere birçok alanda kullanıldığını gösteriyor.
Özellikle son birkaç aydır yaşananlar, 3 Hazine ve Maliye Bakanı ile 4 Merkez Bankası Başkanı’nın değiştirilmesi, siyasi saiklerle uygulamaya konan ekonomik kararlara imza atmaktan imtina eden bürokratların, gece yarısı yayınlanan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile görevden alınmaları, Partili Cumhurbaşkanı ile iktidar partisi sözcülerinin söylediklerinin satır aralarına gizlenmiş olsa da artık sırıtmaya başlayan gizli niyetler, iktidarın yapmak istediklerine dair ipuçlarını veriyor.
Tüm bunlardan hareketle 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanı ve milletvekili genel seçimlerinden bu yana, özellikle son günlerinde olduğumuz 2021 yılının son dört ayında yaşananlara çok yönlü bakmakta yarar var.
Zira ancak böyle yapıldığında, yapılanların yapılmasının altındaki gerçek niyeti ortaya çıkarmak mümkün olacaktır.
Evet, 2022 yılına girmeye hazırlandığımız bugünlerde, ülke adeta ekonomik çöküş yaş(atıl)ıyor. Buna yol açan, yukarıda değindiğim gibi kısmen de olsa bağımsız karar verebilen bazı devlet kurumlarının bağımsızlığının ortadan kaldırılmış olmasıdır.
Zira bu yolla, kendilerine Cumhurbaşkanı’nın dediğini yapmaktan başka seçenek bırakılmamış olan devlet kurumları bilimsellikten kopmuş bulunuyorlar. Bu kurumların başında Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası geliyor.
Başkanı dört defa değişen TCMB, ekonomi biliminde yeri olmayan bir uygulama ile ülkede enflasyonun hızla yükseldiği bir süreçte, onu körüklercesine yılın son dört ayında peş peşe faiz indirdi. Bu nedenle, Türk Lirası yabancı paralar karşısında hızla değer kaybetti.
Burada bir ayrıntıyı gözden kaçırmamakta yarar var. Başta Dolar, Euro olmak üzere, herhangi bir para birimi global piyasalarda değer kazanmadı. Yaşanan, tamamen Cumhurbaşkanı’nın yanlış ekonomik politikayı dayatmasına direnemeyen TCMB’nin faiz indirmesinin Türk Lirası’na değer kaybettirmesiydi.
Uygulanan bu politika sonucu, Türk Lirası yabancı para birimlerinin, özellikle doların karşısında değer kaybetti. Bu değer kaybından dolayı, birçok ürünü dışarıdan ithal eden Türkiye’de mal ve hizmetlerin fiyatı hızla yükseldi ve Türkiye nüfusunun emekçi çoğunluğu hızla yoksullaşırken, bir avuç sermaye sahibi ise servetine servet kattı.
Tüm bunlar yaşanırken ve Türk Lirası hızla değer kaybederken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türk Lirası’nın dış güçlerin saldırısı altında olduğunu belirtip “Ekonomik milli kurtuluş savaşından milletimizi zaferle çıkaracağız” diyerek, liranın değer kaybının nedeninin kendisinin “Faiz neden, enflasyon sonuç” şeklindeki bilim dışı politikası olmadığını, asıl nedenin dış güçlerin liraya saldırısı olduğu yönünde algı oluşturmaya çalıştı.
Kuşkusuz Cumhurbaşkanı’nın bu açıklamasının ikili amacı vardı. Birincisi, uyguladığı politikaya karşı çıkan siyasi ve sendikal yapılar ile uygulanan politikanın ekonomi biliminde yeri olmadığını söyleyerek eleştiren bağımsız ekonomistleri, kendisinin verdiği savaşa karşı çıkmakla suçlamak suretiyle köşeye sıkıştırmak.
İkincisi ise kendisine destek veren milliyetçi muhafazakâr kitlenin oyunu garantiye almaktı. Elbette, Cumhurbaşkanı ile çevresinin Türk Lirasını değersizleştirme politikalarını milli dava gösterme çabaları bununla da sınırlı kalmadı.
Nitekim konuyu aynı günlerde toplanan Milli Güvenlik Kurulu’na taşıyarak, en üst seviyede milli dava havası verdiler. Elbette sadece milli dava süsü vermek yeterli değildi. Çünkü kendi tabanının önemli bir kısmı, manevi değerlere bağlı bir kitle olduğundan bu milli hamaseti dinle desteklemek gerekiyordu.
Bu gereklilikten hareketle Cumhurbaşkanı, faize karşı olmayı Nas süresine dayandıran açıklamalar yaptı. Kuşkusuz tüm bu politikalar boşuna değildi.
2001 ekonomik krizi sonrası, zamanın koalisyon hükümetinin aldığı kararlar ve yaptırdığı kanun düzenlemelerinin sağladığı rahatlama sonucu, ülke ekonomisinin düzlüğe çıktığı 2002 yılında iktidar olan AKP, krizden çıkış programının sağladığı ekonomik rahatlama ve dünya piyasalarında dolaşan sıcak paranın ülkeye akmasıyla, kendisini ekonomide başarılı gösterme fırsatı yakaladı ve girdiği her seçimde güçlenerek iktidarını sürdürdü.
Özellikle 2008 global krizi sonrası, ülkeye giren yabancı para ile uyguladığı özelleştirme politikası neticesi sattığı kamu kurumlarından gelen parayı yatırıma dönüştürmedi ve sürekli betona gömerek, bir avuç yandaş sermayeye rant sağladı.
İstihdamda sürekliliği olmayan, üretime dayanmayan bu yatırım tercihinden dolayı ülke ciddi bir istihdam daralması yaşıyor ve işsizlik Türkiye Cumhuriyet in’de hiç olmadığı kadar yüksek.
Öte yandan, 128 milyar dolar rezervin Merkez Bankası’ndan nasıl çıktığı ve kimlere satıldığı bir türlü açıklanamıyor. Bu nedenle Merkez Bankası rezervi ekside.
En önemlisi de, 19 yıldır gündemi elinde tutan iktidar, son 1 yıldır muhalefetin sahaya inip halkın içine girmesinden dolayı bu üstünlüğü karşı tarafa kaptırmış bulunuyor. Yine aynı şekilde, uzun süredir baskı altına alınmaya ve susturulmaya çalışılan emek ve meslek örgütleri, sokaklara inmeye başladılar.
Tüm bunlar, ekonomik sıkıntıyı iliklerine kadar yaşayan emekçi kesimlerin iktidardan uzaklaşmasına ve alternatif arayışına girmesine yol açıyor. Dolayısıyla iktidarın milli ve mukaddesatçı hamasete ihtiyacı var.
Kim ne derse desin tüm bu politikalar, yapılan anketlerde hızla eridiği gün gibi ortada olan iktidarın bu erimeyi durdurmak üzere bilinçli bir şekilde uyguladığı politikalardır. Çünkü bu politika sonucu, dövizin yükseleceğini, halkın süratle yoksullaşacağını, işsizliğin artacağını ve ücretlerin eriyeceğini iktidar biliyor.
Ancak tüm bunlar dış güçlerin Türk lirasına saldırdığı algısını oluşturmak için yaşanmak zorundadır. Zira Milli Kurtuluş Savaşı verildiği yönünde, güçlü bir propaganda yürütülmesi ancak böylece mümkündü. Önemli olan, toplumu Cumhurbaşkanı’nın herhangi bir noktada yapacağı altın vuruşla dövizi düşüreceğine inanır noktaya getirmekti.
Nitekim bir gün önce Nas’lar ortadayken, kimse bir Müslüman olarak benden başka türlü davranmamı beklemesin dedikten ve dolar 18 lira seviyesine dayandıktan sonra, 20 Aralık günü yapılan kabine toplantısı ile ardından yapılan ekonomi zirvesinden sonra açıklama yapan Cumhurbaşkanı beklenen altın vuruşu yaptı.
Böylece faiz düşürülmesinden dolayı, paralarını hızla dövize aktaran tasarruf sahiplerini bundan vazgeçirmek amacıyla Türk Lirası cinsi tasarruf mevduatına kur garantili destek verilmesi kararı uygulamaya kondu.
İlginç olan ise, açıklamanın yapıldığı akşam saatlerinde bankalar kapalıyken, sade vatandaşın işlem yapma imkânı yokken ve dolar henüz 17-16 lira seviyelerindeyken, milyarlarca doların liraya çevrilmesiydi.
Peki kimdi bu milyarlarca doları liraya çevirenler? Bu imkâna nasıl sahip olmuşlardı? Birileri onlara bilgi mi sızdırmıştı? Tüm bu sorular cevap bekliyor. Sadece bu sorular değil elbette; alınan karar bir faiz artırımı değil miydi? Bu kur farkı desteği nereden verilecekti? Merkez Bankası veya Hazineden verilecekse, buna bankada parası olmayan dar gelirli yurttaşların ödediği vergilerin, bankada parası olan tuzu kuru kesime aktarılması denmez mi? Mademki doları bir gecede 6-7 lira aşağı çekmek mümkündü bu neden daha önce yapılmadı? Nas’ı ileri sürerek faiz indirdikten sonra, devlet hazinesinden kur farkı adı altında destek vermek faizi dolaylı arttırmak değil mi? Evet, tüm bu sorular, cevaplanmayı bekliyor.
Biliyorum iktidar bu sorulara cevap vermeyecek! Çünkü 20 Aralık akşamı alınan kararlarla Cumhurbaşkanı, dış güçlere karşı zafer kazanmış komutandır artık. Kararların alındığı saatlerde bankalar kapalı ve sade yurttaşlar işlem yapma şansına sahip değilken, yandaş sermaye elindeki milyarlarca doları kurun en üst seviyesinden bozmak suretiyle servetine servet katmıştır.
Faiz indirilmesi ve doların hızla yükselmesinin yol açtığı yüksek enflasyon bu ülke yoksullarının belini bükmeye devam edecektir. Ancak bunun da Cumhurbaşkanı’nın lütufkârlığı ile çözmek mümkündür.
Bunun için ilk adım asgari ücrette atıldı ve asgari ücret %50 civarında arttırıldı. Nasıl olsa rakam büyük olduğunda kimse alım gücünün düştüğünü düşünmez.
Eh bir de emekliler ile kamu çalışanlarının ağzına birer parmak bal çalındı mı iş bitmiştir. Muhalefet erken seçim mi istiyor, elbette onların istediği zamanda değil, iktidar kendisinin seçim kazanacağını gördüğü aşamada, baskın seçim yapar, bu işi de bitirir!
Peki, muhalefet ne yapıyor dersiniz? İktidarın korkusuyla, şimdilik seçim kazanacakları geniş bir ittifak oluşturmaktan kaçınıyorlar.
Neresinden bakarsanız bakın, bu ülke insanını yoksullaştıran politikanın iki temel amacı var. Biri ülkeye dayatılan tek adam yönetiminin başında bulunan parti genel başkanının aldığı bir kararla, dış güçleri dize getiren kahraman olduğuna toplumu inandırmak, diğeri uygulanan politikanın yoksullaştırdığı emekçilerin ağızlarına çalınacak birer parmak balla, seçime hazır olunan anda baskın seçime giderek seçim kazanmak. Kısacası seçim kazanmak söz konusuysa gerisi teferruattır!