Malum, hükümet bu yılbaşında da şaşırtmadı ve alışık olduğumuz gibi, 83 milyon yurttaşın evinde yeni yılın, başta kendisi, ailesi, yakın çevresi olmak üzere tüm insanlar için iyilikler getirmesini dilediği saatlerde, zam yağmuruyla tüm bu dilekleri boşa çıkardı.
Yani hükümet, yıllardır "Dakika bir gol bir" futbol terimini doğrularcasına, her yeni yılın ilk dakikalarında, temel ürünlerin fiyatlarına fahiş zam yapma geleneğini bu yıl da bozmadı.
Ve ne yazık ki, her yeni yıla zam yağmuru altında girilmesi bu topluma kanıksatıldı. Gerek iktidarın ülkede estirdiği ayrıştırma ve çatıştırma havası ile toplumu ikiye bölmüş olması, gerekse az da olsa örgütlü yapıların duyarlı üyeleriyle yapmak istedikleri demokratik protestoları, en basitinde basın açıklamasını bile kolluk şiddetiyle engellemesi ve insanları darp ettirerek gözaltına aldırması, bu tepkisizliğin en önemli nedenleridir.
Kuşku yok ki, bu duruma yol açan bir diğer neden ise, yandaş medyanın zamları haber yapmaması, fiyat ayarlama veya güncelleme gibi haberlerle geçiştirmesi, asılsız haber ve değerlendirmelerle fiyatların dış ülkelerde de arttığı, hatta zamların ülkemizi istemeyen dış güçlerin işi olduğu yönündeki propagandasıdır.
Yandaş medyanın asılsız haber ve yorumlarının desteğini arkasına alan iktidar, her yıl yaptığı gibi bu yıl da, yeni yıla girdiğimiz dakikalarda, birçok temel tüketim mal ve hizmetlerin fiyatını ölçüsüz bir şekilde arttırdı ve içinde bulunduğumuz kış mevsiminin temel tüketim ürünleri, elektrik, doğal gaz, petrol ürünleri gibi birçok mal ve hizmetin fiyatına %25 ile %200 arasında değişen oranlarda zam yaptı.
Özellikle elektriğe dar gelirli insanların faturalarını ödeyemeyecekleri oranlarda zam yapılması, üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir durumdur. Zira bu zammın temel nedeni, kırk yılı aşkın bir süredir, uluslararası sermaye programına uygun olarak bu ülkede uygulanan özelleştirme politikasıdır.
Elektrik, onsuz hiçbir şey yapılamayacak önemdedir. Bireysel ve toplumsal hayatın önemli bir parçasıdır. Peki, nasıl oluyor da insan hayatında bu kadar yaşamsal öneme sahip elektriğin fiyatı, mevsim şartlarından dolayı tüketimin en üst seviyede olduğu kış aylarında, tek seferde %50 ile %127 arasında değişen oranlarda artırılıyor.
19 yıldır bu ülkeyi yöneten ve ödenmeyen elektrik faturasında ciddi artış olduğu bilgisine sahip olan iktidar, bu fiyat artışının, daha çok faturanın ödenmemesi olarak geri döneceğini bilmiyor mu? Elbette biliyor.
Ancak aynı zamanda, kendisinden önceki iktidarlar gibi, kendisinin de büyük bir istekle uyguladığı özelleştirme politikası ile özel sektöre devrettiği elektrik fiyatının belirlenmesinde, rant için bu piyasaya girmiş olan sermayenin isteğine boyun eğmekten başka çaresi olmadığını da biliyor! Sanıyorum bu sorulara daha net ve anlaşılır cevaplar verebilmek için, üretim, iletim ve dağıtım gibi üç önemli ayağı olup kamusal hizmet olarak devlet tarafından, merkezi planlama ile tüm yurttaşlara vermesi gereken elektrik hizmetini piyasaya açmasından dolayı, sermayenin fiyat belirlemedeki etkinliğini bilmekte yarar var.
Elektrikte adım adım gelen soygunu, ana hatlarıyla bir süre önce Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği'ne (TMMOB) bağlı Elektrik Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Üyesi Elektrik Mühendisi Olgun Sakarya ile Cosmodia Youtube kanalında yaptığım söyleşiden aktarayım.
1970’li yılları bilenler hatırlarlar, o yıllarda elektrik üretimi için Türkiye'de Devlet Su İşleri (DSİ) tarafından, başta Fırat nehri olmak üzere, Türkiye’nin önemli akarsuları üzerinde barajlar yapılırdı. Hatta kimin daha çok baraj yaptığı hususu siyasetçiler arasında hizmet yarışı tartışmalarının sembolüydü.
Bu barajların önemli bir kısmı, üzerinde elektrik üretecek Hidroelektrik Santrali kurulmak üzere yapılmaktaydı. Örneğin Keban Barajı bu alanda sembol bir barajdır. Yine aynı yıllarda yurdun birçok değişik bölgesinde kömürle çalışan Termik Santraller yapılıyordu.
O yıllarda gerek Hidroelektrik gerekse Termik santrallerde üretilen elektrik, 1970 yılında kurulan devlet kurumu Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) tarafından ulusal şebekeye aktarılıyor ve oradan yurttaşlara ulaştırılıyordu.
Yani elektriğin üretim, iletim ve dağıtım işi tek elde toplanmıştı. Bu durum 24 Ocak 1980 tarihinde uygulamaya konan yeni liberal ekonomik programın hedefi olan özelleştirme uygulamaları hazırlıkları sürecine kadar devam etti. 1984 yılında çıkarılan 3096 sayılı yasayla, özel sektöre elektrik üretim ve dağıtım yetkisi verildi.
Bu tarihten itibaren devlet yeni elektrik üretim tesisi kurmadığı gibi, o zamana kadar mülkiyetinde bulunan üretim tesislerini gerek satış yöntemiyle gerekse işletme hakkı devri yöntemiyle özel sektöre devrederek elektrik üretim alanından tamamen çekildi.
1993 yılında yasal olarak TEK, Elektrik Üretim Anonim Şirketi (TEAŞ) ile Türkiye Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi (TEDAŞ) adlarıyla ikiye bölündü. 2001 yılında Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu'nun oluşturulmasını da içeren 4628 sayılı yasayla TEAŞ, Elektrik Üretim Anonim Şirketi, Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi ve Elektrik Taahhüt Ticaret Anonim Şirketi adlarıyla üçe bölündü. Böylece 1980’li yıllara girerken, elektrik alanında tek yetkili olan TEK 4’e bölünmüş oldu.
2004 yılında özelleştirme kapsamına alınan elektrik dağıtım işi için Türkiye 21 ayrı bölgeye ayrıldı. Böylece özelleştirme kapsamında 21 dağıtım bölgesi, işletme hakkı devri şeklinde özel sektöre devredildi. Bu devirle birlikte daha önce tamamen özel sektöre devredilen üretimin ardından dağıtım da özel sektöre bırakılmış oldu.
Kamunun üretimden tamamen çekilmesinin ardından, çok kârlı bir sektör olan elektrik üretimi için lisans alan şirketler, en ucuz üretim yöntemlerine yöneldiler. Bu nedenle, ilk yıllarda dolar lira paritesinin düşüklüğünün cazibesine kapılan şirketler, ucuz maliyetli olsun diye en ucuz, en kolay ve en hızlı şekilde üretime alınabilecek santral tipi olan doğalgaz santrallerine yöneldiler.
Dolayısıyla Türkiye’de elektrik üretiminde doğalgaza bağımlılık oldukça yüksek bir paya sahip. Bugün üretim alanında lisansı bulunan yaklaşık 1900 üretim şirketi var, elektrik piyasası, değişik kaynaklarla üretim yapılan büyük bir pazar.
Üretim ve dağıtım şirketleri var, toptan tedarik şirketleri olarak taahhüt şirketleri var, irili ufaklı 2500 şirketin faaliyet gösterdiği, her şirketin kendi kuralları ile piyasada kalmaya çalıştığı, merkezi planlamadan ve denetimden yoksun büyük bir Pazar.
Önceki yıllarda devletin göz yumduğu, özel sektörün santral tipi tercihinden dolayı, 2020 yılı sonu itibariyle ithal kaynak olan doğalgaz ve ithal kömürle yapılan elektrik üretimi, toplam üretimin %45’i düzeyindedir.
Tüm bu plansızlığın faturasını şimdi bu ülkenin yoksul insanları ödüyorlar. Zira uygulanan ekonomik politikalarla parası değersizleşen Türkiye'de, dolar karşılığı ithal ettiği doğalgaz ile ithal kömüre bağımlılık nedeniyle elektrik üretim maliyeti katlandı.
Elbette bu maliyet katlanmasını, para kazanmak için bu piyasaya girmiş olan hiçbir şirket cebinden karşılamayacaktır. Kaldı ki, bu ülke yurttaşı tüketiciler, sadece elektrik üretim maliyetini ödemekle kalmıyorlar. Üretim, iletim, dağıtım, işletme bakım faaliyetleri için şirketlerin yaptıkları yatırımlar ile kayıp kaçak maliyetlerinin tamamını karşılamaktadırlar.
Enerji sektöründe faaliyet yürüten şirketlerin, bankalara ciddi bir kredi borcu bulunmaktadır. Bankaları tehdit edecek seviyelerde olan bu kredilerin ne kadarının amacına uygun kullanıldığı ise bilinmemektedir.
Bir başka deyişle, bankadan elektrik alanına yatırım yapmak amacıyla kredi alan ve bu krediyi ödememiş olan herhangi bir şirketin aldığı parayı elektrik, üretim dağıtım işletim faaliyetlerinde kullandığı muammadır. Bu belirsizliğe rağmen, sektörde faaliyet yürüten şirketlerin bu borcunun tamamı faturalara yansıtılmakta ve tüketici olarak bizden alınmaktadır.
Tüm bunları içeren şekilde fiyat belirlenmesi, hükümetin atadığı 7 üyeden oluşan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) tarafından yapılmaktadır. Elbette kurul, fiyat belirlemede şirketlerden talepler almakta ve onların kendisine ilettiği talepleri göz önüne almak suretiyle fiyat belirlemektedir.
Tüm bu gerçeklere rağmen, son zamanlarda tüm dünyada fiyatların yükseldiğine dair haberlere yandaş medya da çokça yer veriliyor. Bu da yetmiyor gelişmiş ülkelerdeki fiyatlar, bu ülkelerdeki ücretler göz önünde bulundurulmadan, dolar euro değerleri ile örnek gösterilmektedir.
Bunun böyle olmadığının örnekleri oldukça çok, ancak ben, basında yer alan bir örnekle elektrikte karşı karşıya kaldığımız soygunu açıklamaya çalışacağım. Evet, Fuat Demircioğlu, İsviçre’de sade işçi olarak çalışan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Sosyal medya paylaşımında aynen şunu belirtiyor: “Ben İsviçre de sade bir işçi olarak çalışıyorum, aylık maaşım 5500 İsviçre Frank’ı, İsviçre devleti elektrik gibi hizmetlerde kâr etmeyi düşünmez. Elektrik faturası 6 ayda bir gelir. Benim son faturam 160 Frank. Bu bile yüksek 120 Frank gelenler var.” diyerek elektrik faturasını da paylaşmış.
Gördüğünüz gibi altı aylık faturaya göre, Fuat Bey'in aylık elektrik tüketiminin bedeli yalnızca 26,66 Frank. Buna göre 1 İsviçre Frank’ı bugünkü kurla 14,73 lira, 5500 Frank aylık maaşı, bugünkü kur üzerinden 81,015 lira iken, ödediği aylık elektrik faturası 392,70 liradır.
Peki Türkiye'de 4.253 lira alan asgari ücreti ile Şubat ayından itibaren 400 lira fatura ödeyecek işçi ile 81,015 lira maaş alarak, 392,70 lira elektrik faturası ödeyen İsviçre işçisinin faturalarını kim karşılaştırabilir. Elbette herkesi kendileri gibi sanan, cehalet timsali sözde yorumcular.
Görüldüğü gibi, elektrikte karşı karşıya kaldığımız soygunun temel nedeni, üretimden iletime, iletimden dağıtıma kadar bütüncül bir faaliyet olması ve devlet tarafından verilmesi gereken elektrik hizmetinin, kamusal bir hizmet olmaktan çıkarılması ve parçalar halinde özel sektöre devredilmesidir. Ne yazık ki, bu soygun sadece elektrikle de sınırlı değildir!