Kuruluşundan bugüne Türkiye siyaseti hep vesayet altında oldu. Maalesef günümüzde de değişen bir şey yok. Eskiden vesayet daha ziyade, devletin çekirdeğini oluşturan üniformalı veya üniformasız dar bir kadronun tekelindeydi.
Bugün ise yönetme erkini elinde tutan tek adam ile onun etrafındaki dar bir kadronun elinde. Ben bu yazıda, geçmişi kısaca hatırlattıktan sonra, geçmiş vesayetin eseri olan toplumsal yapının, bugün siyasette kullanılmamasının sakıncalarına dikkat çekmeye çalışacağım.
Evet, Cumhuriyetin ilk yıllarında tek parti eliyle siyaset dizayn edilirken, çok partili hayata geçilen 1940’lı yılların ortalarından itibaren sistemin sahibi çekirdek kadro, ihtiyaç duyduğunda üniformalı asker bürokrasinin müdahalesi ile siyaseti vesayet altında tutmaya devam etti.
Böylece ülkede merkez siyasetin dışında siyaset yapılmasına asla izin verilmedi. Bu nedenle, etnik, dini ve sınıf eksenli siyasi anlayışlar hep baskı altına alındı. Özellikle merkezin dışında siyaset yapmayı düşünen sol siyaset ağır baskılara maruz kaldı.
Türkiye’nin NATO’ya üye olduğu 1950’li yıllarda, emperyalizmin savaş örgütü NATO’ya karşı çıkan aydın ve entelektüel çevre yoğun bir şekilde baskı altına alındı. Bu baskı nedeniyle, genç cumhuriyetin çok olmayan yetişmiş beyin gücünün önemli bir kısmı, ülkeyi terk ederek sürgünde yaşamak zorunda kaldı. Gidemeyenler ise komünizmle mücadele adı altında işkencelere maruz kaldılar ve yıllarca cezaevlerinde tutuldular.
Bununla da yetinilmedi. Merkez siyasetin yetersiz kaldığı her aşamada, asker bürokrasisi kendisini görevli görerek, darbe ve muhtıralarla siyaseti sistemin ihtiyaçlarına uygun dizayn etti.
Maalesef tüm bu darbe ve muhtıralar, iki kutuplu dünya konjonktüründe süren soğuk savaşı fırsata çeviren Türkiye merkez siyasetinin yaslandığı emperyalist batının vurucu gücü NATO bünyesindeki açık ve gizli odakların bilgisi dahilinde, onların yol göstericiliğinde yapıldı.
Bu darbe ve muhtıraların ilk hedefi, 1960’lı yıllarda dünya genelinde esmekte olan özgürlük ve demokrasi rüzgârlarının kaçınılmaz sonucu olarak Türkiye’de faaliyete geçen siyasi ve sendikal yapıların toplumu hızla bilgilendirmelerinin sağladığı toplumsal uyanışın önüne geçmekti.
Zira bu uyanış hem kendisini devletin sahibi gören çekirdek kadroyu hem de hasmı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) burnunun dibindeki Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamayan NATO’yu korkutuyordu. İşte tam da bu nedenle, her seferinde harekete geçen asker bürokrasisi müdahalelerle demokrasiyi rafa kaldırdı.
Elbette, bu darbe ve muhtıralar sadece demokrasiyi rafa kaldırıp sistem muhaliflerini işkencelerden geçirerek cezaevlerine doldurmakla kalmadılar. Hayatın her alanında, özellikle eğitim alanında uygulamaya koydukları politikalarla geleceğin toplumunun temellerini attılar.
Örneğin; 12 Eylül faşist darbesinin en önemli projesi, eğitimi sistemini Türk-İslam sentezine oturtmaktı. Çünkü kutsal devlet ideolojisi ile uluslararası sermayenin buluştukları yenidünya düzenine uygun nesiller yetiştirilmeliydi.
Öte yandan, bu politika ile geçmişte kavga ediyormuş görüntüsü veren devletin çekirdek ideolojisi ile din eksenli siyaset buluşmuş oldular. Zira iki tarafın da hedefi, toplumu düşünmeyen, verilene razı, biat eden bireyler topluluğuna dönüştürmekti. Böylece sorgulama yeteneğini yitirmiş bireylerden oluşan toplum alternatif arayışından uzaklaşacak ve erki elinde tutanlara biat edecekti.
Maalesef sistemin darbelerle siyaset ile toplumu dizayn etme politikaları sonucu, Türkiye’de son yıllarda merkez siyasetin, sistemin belirlediği sınırları aşmamak için gerekçe olarak kullandığı milliyetçi muhafazakâr toplumsal yapı, siyasette belirleyici konuma geldi.
Ne yazı ki, geçmişte darbelerle baskı altına alınan toplumun, bilimsellikten uzak, Türk-İslam sentezine dayalı tekçi eğitim sistemine mahkûm edilmesi nedeniyle artık baskın olan milliyetçi muhafazakâr toplum, merkez siyasetin dışına çıkma ve tolumu ileriye doğru dönüştürme projesi olmayan siyasi yapı ve aktörler için artık güvenli bir limandır.
Mevcut iktidarın kullandığı “Yerli ve Milli” sözü ile ona muhalefet edenlerin, “Toplumun Hassasiyetleri Var” sözünün vardığı nokta bu toplum yapısına teslimiyettir. Tüm bu nedenlerle, milliyetçi ve muhafazakâr toplumsal yapı yeni bir vesayet biçimi olarak karşımızdadır. Şüphesiz bunun en önemli nedeni, belirtilen siyaset anlayışının toplumu dönüştürme iddiasının olmamasıdır.
Bunu sağ siyaset açısından anlamak mümkündür. Ancak sistemin dayattığı siyaset çizgisinin dışına çıkma iddiası bulunan sosyal demokrat veya sosyalist sol siyasetin böyle bir gerekçeye sığınması kabul edilir bir durum değildir.
Türkiye son 5-6 yıldır AKP-MHP iktidar bloğunun, siyasetin muhalefet kanadını terörle ilişkilendirerek baskı altında tutmaya çalıştığı bir süreci yaşıyor. İktidar bloğu bunu HDP üzerinden yapmaya çalışıyor.
Çünkü iktidar bloğu, HDP’ nin 31 Mart 2019 Yerel Seçimleri’nde muhalefet adaylarına destek vermesinden dolayı, Türkiye nüfusunun %60’ını barındıran 11 Büyükşehir Belediye Başkanlığını kaybetmiş olmanın şokunu, %50+1 oy alması gereken Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir kez daha yaşamak istemiyor.
Bu nedenle iktidar, karşısındaki muhalefetin bir araya gelmemesi için ona Kürt sorunu üzerinden yükleniyor. 6 milyon seçmenin oyunu almış meclisin üçüncü partisi HDP’ yi terörle ilişkilendiriyor ve oyunlar tezgâhlıyor.
Muhalefeti HDP’ nin kapatılması girişimine destek vermeye mecbur bırakmaya çalışıyor. Bunun, HDP’ nin terörle ilişkisinden ziyade seçim kazanmaya yönelik siyasi bir taktik olduğu gayet açık olmasına rağmen, muhalefet bu oyunu bozacak cesareti gösteremiyor.
Öte yandan, kısmen bu politikanın baskısı kısmen de muhalefet bloğu partilerinin, yukarıda belirttiğim milliyetçi ve muhafazakâr toplum yapısını, gönüllü olarak satın almalarından dolayı, sistem içi muhalefet HDP ile arasına mesafe koymaya devam ediyor.
Bu nedenle, siyasi yelpazenin merkezinin hemen sağında ve hemen solunda yer alan 6 siyasi parti, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme” geçme hazırlıklarını HDP’ siz yapıyorlar. Muhalefet bunu, tolumun hassasiyetleri ile açıklamaya çalışsa da bence asıl neden, muhalefet bloğunun siyaseten mevcut iktidardan çok farklı olmayan siyasi kompozisyonudur.
Oranları bakımından olmasa da sayı olarak geleneksel Türkiye siyasetinin sağ kanadının ağırlıklı olduğu bu yapıdan başka bir şey beklemek siyasetin doğasına aykırıdır. Dolayısıyla, bunun toplumun hassasiyetleri ile açıklanmasını gerçekçi değildir.
Kaldı ki, mevcut siyaset tarzından memnun olmayan ve onun değişmesi gerektiğine inanan her siyasi yapı ya da aktör, bunun yolunun toplumu dönüştürmekten geçtiğini bilmek zorundadır. Şüphesiz toplumu dönüştürme iddiası taşımayan ve buna dair politik hazırlığı olmayan siyasetin varacağı nokta mevcudu sürdürmektir.
Yukarıda belirttiğim vesayet türlerinin belirleyiciliğinin yanı sıra, üzerinde düşünülmesi gereken bir başka belirleyen ise; yeni seçim sisteminin partileri diğer partilere mecbur bırakan yapısıdır.
Partilerin ittifak tercihlerinde, %50+1 oy alma şartının belirleyici olduğu gerçeği asla göz ardı edilmemelidir. Burada da görev CHP’ye düşüyor. CHP’nin bilmesi gereken şey, sistemin en önemli makamı olan Cumhurbaşkanlığını kazanmanın HDP’ nin desteği ile mümkün olduğudur.
Bu nedenle CHP, Cumhurbaşkanlığı seçimi ile Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçişte HDP’ nin desteğini almanın yol ve yöntemlerini bulmalı, gerekli adımları atmalıdır. Bu sadece seçim kazanmak için değil, toplumsal barış için de zorunluluktur.
Kaldı ki HDP, milletvekili seçimlerinde Cumhur veya Millet ittifaklarından birinde olmayı düşünmediğini ilan etmiş ve sol sosyalist partilerle üçüncü ittifak çalışmalarını başlatmış bulunuyor. İlkesel olarak doğru olanı da budur.
Zira muhalefetin hedeflediği Güçlendirilmiş Parlamento Sistem’e geçiş, yeni bir anayasa ile sistemin yeniden kurulması demektir. Dolayısıyla, sol sosyalist partilerin HDP ile birlikte güçlü bir grupla parlamentoda bulunmaları, başta yeni anayasa yapılması ile demokratik parlamenter sisteme geçişin yanı sıra, temel hak ve özgürlükleri garanti altına alan farklılıkların temsilinin sağlandığı demokratik bir sistemin hayata geçmesi açısından önemli bir kazanım olacaktır.
Kuşkusuz bu en çok mevcut iktidarı rahatsız edecektir. Çünkü güçlü sol ittifak, iktidarın HDP’ yi yalnızlaştırma ve terörle ilişkilendirme politikasını boşa çıkarma yolunda atılmış önemli bir adım olacaktır. Zira iktidar bloğunun, HDP’ yi özellikle 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından hedef tahtasına oturtmasının temel nedeni, partinin Türkiye partisi olma yönünde adımlar atması ve seçimlere parti kimliği ile girmek suretiyle 12 Eylül ürünü %10’luk seçim barajını parçalamasıdır.
Başta dönemin Eş genel Başkanları Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ olmak üzere, partinin birçok yöneticisinin, milletvekilinin, belediye başkanının bugün içerde olmalarının nedeni, partinin bu kararlı politik duruşudur.
Unutulmamalıdır ki, Türkiye emekçi halklarının birleşik mücadelesi, böl-parçala-yönet politikası ile ülkeyi yönetenlerin bu taktiğini boşa düşürecektir.
Öte yandan, sistemin bilinçli tercihi olan milliyetçi muhafazakâr toplumsal dokuyu değiştirerek bu ülke halklarını çağdaş demokratik değerlerle buluşturmak, toplumsal yapıyı değiştirmeye dair politikalar geliştirmekle mümkündür.
Böyle düşünmeyen ve toplumu dönüştürme iddiası taşımayan her siyasetin varacağı yer, sistemin bilinçli uygulamalarla oluşturduğu mevcut toplumsal yapıya mahkûmiyettir!