Daha önce 7 bölümü yayınlanan yazı serimize devam ediyoruz. Yazı serimizin bir önceki bölümünün sonunda, serinin çok partili hayata geçilmesinden başlayarak, Türkiye’de sendikaların kurulması ve geçirdiği evrelerin anlatımıyla devam edeceğini belirtmiştim.
Bir önceki bölümde örneklerle açıklamaya çalıştığım yasaklamalar ve cezalandırmalar, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923-1946 yılları arası ilk döneminin, sınıf eksenli sendikal ve siyasal örgütlenmeler için, Osmanlı İmparatorluğu’nun İkinci Meşrutiyetin ilan edildiği 1908 yılından sonraki yıllarından çok daha fazla, yasakçı ve baskıcı bir dönem olduğunu gayet açık ortaya koyuyor.
Ne yazık ki, bu yasakçı ve baskıcı anlayış sonraki yıllarda, kâh darbelerle kâh sivil baskıcı otoriter yönetimlerle, zaman ve şartlara göre değişik biçimlerde siyasal ve sendikal alanı dizayn etmeye devam etti, halen de devam ediyor.
Önceki bölümde belirttiğim gibi, gerek çok partili siyasal hayata geçilmiş olmasının yarattığı siyasi rekabet ortamı, gerekse ikinci emperyalist paylaşım savaşının ardından, dünyada yükselen insan hakları, demokrasi ve özgürlük mücadelesi, Türkiye’de 1947 yılında 5018 sayılı İşçi Sendikaları ve Sendika Birlikleri (Konfederasyon) Hakkında Kanun’un kabul edilmesini sağladı.
Bu sendikaların asıl işlevleri olan Toplu Sözleşme ve Grev haklarını tanımadığı gibi, sendikaları hükümetin kontrolünde tutmayı amaçlayan bir yasaydı.
1946 yılının Haziran ayında cemiyetler kanunda yapılan değişiklik neticesinde, parti, dernek ve sendika kurmak için izin alma zorunluluğunun kaldırılması ve yerine bildirim esasının getirilmesinin sağladığı serbestlikle, sınıf esaslı siyasi partiler ile bunlarla ilişki içinde olan birçok sendika kuruldu.
Bu süreçte devletten bağımsız olarak kurulan ve adına 1946 sendikacılığı denen bu sendikal hareket, Türkiye sendikacılığında özel bir öneme sahiptir. Ne yazık ki sendikal hareket kontrol altında tutmaktan vazgeçmeyen devlet, bundan rahatsızlık duydu ve bu sendikaların önemli bir kısmı 1946 yılının sonuna doğru, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatıldı.
Yani sendikal serbestlik sadece 6 ay sürdü. 1946 sendikalarının kuruluşu, 21 yıl sonra kurulacak olan Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kuruluşuyla benzerlikler taşımaktadır
1946 sendikacılığını en iyi açıklayan kaynak DİSK tarihidir, Nitekim DİSK Tarihi kitabının 1967- 1975 yılları arasını kapsayan 1. cildinin 59. sayfasında 1946 sendikacılığı ile ilgili şu ifadeler yer almaktadır: “Yaklaşık 6 aylık ömürlerine karşın, yarattıkları etki, eriştikleri örgütlenme düzeyi ve sosyalist partilerle yoğun ilişkileri nedeniyle 1946 sendikaları Türkiye işçi sınıfı açısından özgün bir yere sahiptir.”
Bu özelliklerinden dolayı 1946 sendikacılığı, 1947 yılında 5018 sayılı kanunun yürürlüğe girmesinden sonra kurulan 1947 sendikacılığından keskin çizgilerle ayrılmaktadır. Bu ayrımı en iyi şekilde ortaya koyan, DİSK tarihi kitabının aynı cilt aynı sayfasında konuyla ilgili şu ifadeler yer almaktadır: “1946 sendikacılığı ile 1947 sendikacılığı birbirine taban tabana zıt iki sendikal deneyimdir.
1946 sendikacılığı siyasetteki sol açılım doğrultusunda sınıf eksenli bir sendikacılığı gündeme getirirken, 1947 sendikacılığı ise güdümlü iktidarın vesayeti altında bir sendikacılıktı.” Görüldüğü gibi, yasal düzenleme olmamasına rağmen 1946 yılında Cemiyetler Kanunu’nda yapılan kısmı iyileştirmelerin yanı sıra Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklere ilişkin kısmi düzenlemelerini temel alan 1946 sendikacılığından ürken devlet, 1947 yılında 5018 sayılı yasa ile sendikaları kontrol altında tutmayı tercih ederek yasakçı zihniyetini sürdürüyordu.
5018 sayılı kanun Toplu Sözleşme ve Grev haklarını tanımayan, tipik bir dernekler kanunuydu. Bu özelliğinden dolayı sendikalar işçi sınıfı adına taraf olan ve onun hak ve menfaatlerini koruyan örgütlenmelerden ziyade, birer dayanışma örgütüydüler.
Nitekim 5018 Sayılı Kanun’un çıkarıldığı dönemin Çalışma Bakanı Sadi Irmak, yasanın mantığını şu cümlelerle açıklıyordu: “Bir taraftan milli şuuruna ve istiklal ülküsüne bağlı olan Türk işçisini zararlı temayüllerden korumak, diğer taraftan sadece meslek menfaatlerine hizmet etmesi gereken bu dernekleri her türlü siyasi cereyanların dışında tutmak ve bu arada milli ve mesleki menfaatlere gerçekten yararlı teşekkülleri yardımlaşma ve ortam menfaatleri koruma bakımından geniş imkânlarla cihazlandırmak amaçlarıyla 5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Kanunu tedvin edilmiştir.” (Yıldırım Koç, Türkiye İşçi Sınıfı ve Sendikacılık Tarihi kitabı sayfa: 33)
Her şeye rağmen sendikalar 1948 yılından itibaren örgütlenmeye hız verdiler. 1948 yılında sendika sayısı 73’e, sendikalı işçi sayısı ise 52 bine çıktı. Bu dönemde sendikalar genelde yerel örgütlenme biçiminde ortaya çıkan merkezlilikten uzak bir görüntü veriyorlardı. Bu durum ortak politikalar belirlenmesini engelliyordu.
Zira sendikal hareket genişliyor ve üye sayısı artıyordu. Nitekim 1952 yılında sendika sayısı 248’e sendikalı işçi sayısı ise 130 bine ulaşmıştı. Öte yandan, merkezlilikten uzak olan bu örgütlenme biçimi, devlet ve işverenlerden kaynaklanan sorunlara karşı ortak tutum alınmasının önünde engel teşkil ediyordu.
Tüm bu nedenlerle 31 Temmuz 1952 tarihinde Ankara’da Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ) kuruldu.
Yukarıda kısmen değindiğim gibi, 1945 yılından itibaren çok partili hayata geçilmiş ve kurucu parti CHP ikiye bölünmüştü. İlginçtir CHP’den kopan DP 1946 seçimlerinin propaganda döneminde işçilerin örgütlenmesini savunmuş ve iktidara geldiği takdirde, evrensel haklardan olan sendikalaşma hakkını tanıyacağını programına almıştı.
Aynı politikasını sonraki yıllarda da sürdüren DP, 1950 seçimlerinde kadar olduktan sonra eski yasakçı zihniyeti sürdürdü. 1955 yılından sonra CHP’li sendika yönetimlerini bahane ederek, sendikalar üzerinde baskıyı arttırdı.
1957 yılında yapılan TÜRK-İŞ Kongresi’nde konfederasyon başkanlığına DP’li bir başkanın seçilmesi ilişkileri kısmen yumuşatsa da 1936 tarihli 3008 sayılı kanundaki, Toplu Sözleşme ve Grev yasakları kaldırılmadığı için sendikalar asıl işlevlerini yerine getiremediler.
Her şeye rağmen işçiler sendikalarda örgütleniyorlardı. TÜRK-İŞ 1960 yılında Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonuna (ICFTU) üye olunca, Türkiye Sendikal hareketi, uluslararası sendikal hareketle buluşmuş oldu.
Tüm yasak ve engellemelere rağmen, işçi sınıfı 1950’ler boyunca sonraki yıllarda verilecek mücadelelere temel teşkil edecek önemli bir birikim sağladı. Nitekim bu birikim 1961 Anayasası’nın sağladığı kısmi özgürlükçü ortamda kendisini gösterdi.
Bu süreçte tek sendikal merkez TÜRK-İŞ gözükse de İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB) önemli bir merkez olarak varlığını sürdürdü. Sol Sosyalist sendikacıların ağırlıkta olduğu bu birlik ile TÜRK-İŞ arasında zaman zaman görüş ayrılıkları yaşandı. İİSB sendikalara, Toplu Sözleşme ve Grev hakkının tanınması için mücadele etmeyerek, DP iktidarı ile kol kola yürüyen TÜRK-İŞ’in bu tavrına karşı çıkıyor ve hükümetten bağımsız daha mücadeleci bir çizgi izlenmesini istiyordu.
Bu talep için, yoğun bir çalışma yürüten İİSB 1961 yılının son günü İstanbul Saraçhane’de gerek katılım gerekse içerik bakımından işçi sınıfının ayağa kalkışını müjdeleyen bir miting düzenledi.
Sosyal Politika alanında çalışma yapan iki öğretim üyesi, Prof. Dr. Aziz Çelik ile Doç. Dr. Hakan Koçak, DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikasının hakemli yayını “ÇALIŞMA ve TOPLUM” dergisinin 49. Sayısında yayınlanan “Türkiye İşçi Sınıfının Ayağa Kalktığı Gün Saraçhane Mitingi” başlıklı makalenin girişinde belirttikleri gibi, “Emekçiler sanki birden yüzyıllık uykularından uyanmışlardı.” Evet, gerçekten emekçiler o gün yüzyıllık uykudan uyandılar ve 1960’lı ile 1970’li yıllara damga vuran bir ayağa kalkış gerçekleştirdiler.
27 Mayıs darbesinin ardından yürürlüğe konan 1961 Anayasası, gerek temel hak özgürlüklere dair düzenlemeler içermesi, gerekse sosyal devlet vurgusunun yapıldığı ilk anayasa olması bakımından, sonraki yıllarda verilen mücadelelerde önemli bir işleve sahiptir.
1961 Anayasası bir yandan sendika hakkının, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelerdeki gibi, “herkes” tarafından kullanılabileceğini garanti altına almasıyla Memurlara sendika kurma hakkı tanırken, diğer yandan ise işçilere toplu sözleşme ve grev hakkı tanımıştır.
Ancak anayasada tanınan toplu sözleşme ve grev hakkının kullanımını düzenleyen kanunların yapılmamış olmasından dolayı, bu hak anayasada yazılı bir hak olmaktan öte bir anlam ifade etmiyordu.
Elbette işçiler buna seyirci kalmadılar ve İstanbul Sarıyer’de Kurulu bulunan Kavel Kablo fabrikası işçileri, toplu sözleşme hakkının kullanımını sağlayacak yasal düzenlemenin yapılması talebiyle, 28 Ocak 1963 tarihinde direnişe geçtiler. İşveren ile devletin baskı ve saldırılarına uzun süre direnen işçilerin kararlılığı sonuç verdi ve işçilere sendika hakkının tanındığı 274 sayılı sendikalar ile toplu sözleşme ve grev hakkının tanındığı 275 sayılı Toplu İş sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunları TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe girdi. Bu yasaların yürürlüğe girmesiyle, sendikalaşma hız kazandı. Çalışma koşullarının düzeltilmesi talebiyle, Grev ve direnişler arttı.
Yazı serimiz, 1960’lı yıllarda işçi sınıfı mücadelesi, DİSK’in kurulması ve sonraki yıllardaki sendikal mücadelenin irdelenmesi ile devam edecektir. Bir daha görüşünceye kadar, hoşça kalın, sağlıcakla kalın!