ALTIN
 3.022,60
DOLAR
 34,3205
STERLİN
44,5531
EURO
 37,4161

 

 

            Serinin bir önceki bölümünün son kısmında, yazımızın 1960’lı yıllarda işçi sınıfı mücadelesi, DİSK’in kurulması ve sendikal mücadelenin sonraki yıllarının irdelenmesi şeklinde devam edeceğini belirtmiştim.

             Türkiye’de 1948 yılından itibaren sendikalar, 1952 yılında ise konfederasyon olarak TÜRK-İŞ kurulmuş olsa da, 1947 yılında çıkarılmış olan 5018 Sayılı Kanun’da sendikalara toplu sözleşme ve grev hakları tanınmadığından, sendikalar tabela örgütü olmanın ötesine geçememişlerdi. Sendika ile toplu sözleşme ve grev haklarına 1961 Anayasası’nda yer verilmiş olmasına rağmen, yasal düzenleme yapılmadığı için değişen bir şey olmadı.

              Elbette işçiler bu duruma seyirci kalmadılar ve Kavel Kablo işçileri bu haklarını kullanmak üzere direnişe geçtiler. İşveren ile devletin baskı ve tehditlerine boyun eğmeyen işçilerin kararlılığı sonuç verdi ve aynı yıl içinde 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe girdi.

             Bu kanunların yürürlüğe girmesiyle sendikalaşma hız kazandı. Çalışma koşullarının düzeltilmesi talebiyle grev ve direnişler arttı.

              Önceki bölümde ilk konfederasyonun 1952 yılında TÜRK-İŞ adıyla kurulduğunu, ancak yerel federasyonlar ile birliklerin varlıklarını sürdürdüklerini, bu nedenle konfederasyonun yeterli güce ulaşamadığını belirtmiştim.

             Zira daha ziyade kamu işyerlerinde çalışan işçileri örgütleyen TÜRK-İŞ ile İstanbul özelinde özel sektör işçilerini örgütleyen İstanbul sendikacılığı arasında mücadeleye bakış açısından ciddi farklıklar vardı. 1950’li yıllar boyunca, TÜRK-İŞ ve bağlı sendikaların yöneticilerinin önemli çoğunluğu iktidar partisi DP ile yakın ilişki içinde iken, daha az kısmı ise muhalefet partisi CHP çizgisindeydi.

              Buna karşın, 1946 sendikacılığının etkisinin sürdüğü İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’ndeki (İİSB) sendikalar bunu reddediyorlardı. Kuşkusuz bu farklar, sendikal merkezler arasında çekişmeye neden oluyor ve ortak hareket etmeyi engelliyordu. 1962 yılında birliklerin kapatılmasına karar verilmesi üzerine İİSB’ nin varlığına son verildi ise de çelişkiler sonraki yıllarda da derinleşerek devam etti.

             1950’li yıllarda iktidar partisi DP ile muhalefet partisi CHP arasında ikiye bölünmüş olan TÜRK-İŞ ile bağlı sendika yönetimlerinin bu pozisyonlarına rağmen, 1960’larda konfederasyonun partiler üstü politikayı benimsemesi ve bunu karar altına alması, esas itibariyle işçi sınıfı partileri ile aralarına mesafe koymaya yönelik bir politikaydı.

             Öte yandan, TÜRK-İŞ’in Marshall Planı çerçevesinde Amerikan sendikacılığının etkisine girmesi ve bir grup sendikacının plan dahilinde ABD’ye eğitime gitmesinin yanı sıra aynı plan çerçevesinde Konfederasyona ayni ve nakdi yardım yapılması, sendikal hareket içinde ciddi tartışmalara yol açıyordu.

          TÜRK-İŞ’ in partiler üstü politikasının işçi sınıfının siyaset dışı tutulması ve kendisi adına siyaset yapmaktan alıkonması anlamına geldiğini düşünen ve işçi sınıfının siyasette temsilinin gerekliliğine inanan İstanbul sendikacılığının önder kadrosu, 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi’ni (TİP) kurdu.

            TİP’ in kurucu kadrosunun tamamı İİSB ve bağlı sendikaların yöneticilerinden oluşuyordu. Parti yönetim kademelerinde önemli görevler üstlenen bu sendikacılar, 1965 seçimlerinde 3 sendikacıyı temsilci olarak parlamentoya gönderdiler. Böylece işçi sınıfının sendikal ve siyasal mücadelelerinin paralel yürütülmesinde önemli bir adım atılmış oldu. 

                Kuşku yok ki, TÜRK-İŞ sendikacılığı ile İstanbul sendikacılığı arasındaki çelişkileri açığa çıkaran önemli olaylardan birisi de 31 Ocak 1966’da, yaklaşık 2500 cam işçisinin taleplerini kabul ettirmek ve toplu sözleşme imzalamak için başlattığı grevdi.

             “İş Hayatında Köleliğe Paydos” ve “Emeğimizi Savunmak Kutsal Vazifemizdir” diyen Paşabahçe işçilerinin grevi, işçi sınıfı mücadelesine ivme kazandırdı. Grev sürecinde, Kristal-İş Sendikası ile Türk-İş yönetimi arasında yaşanan tartışmalar, sendikacılık tarihinde alttan alta devam etmekte olan anlayış farkının kaçınılmaz sonucu olan ayrışmayı su yüzüne çıkardı.

             Zira TÜRK-İŞ yönetiminin grev sürecinde yeterli desteği vermemesi ve grevin bitirilmesi için işçiler ile sendika üzerinde baskı kurmasına karşı çıkan sendikalar, bir araya gelerek Paşabahçe Grevini Destekleme Komitesi’ni kurdular. Bu komite daha sonra Sendikalar Arası Dayanışma (SADA) ismini alarak çalışmalarına devam etti. Bu sendikalardan Maden-iş ile Lastik-İş sendikaları daha sonra Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kuruluşunun başını çekeceklerdi.

              Kısacası Paşabahçe grevi sadece bir grev olmakla sınırlı kalmadı. Sendikal mücadele anlayışını sermaye ile uzlaşma üzerine oturtmuş olan Türk-İş ile yol yürünmeyeceğini gören sendikalar, işçi sınıfı mücadelesinin sermayeden, devletten ve siyasi partilerden bağımsız, sınıfın çıkarları doğrultusunda yapılması için yeni bir konfederasyon kurulması gerektiği gerçeğini gördüler ve harekete geçtiler.

              Elbette 1946 yılından başlayarak, 1967 yılında DİSK’in kurulmasına kadar devam eden süreçte ayrışmayı keskinleştiren birçok olay yaşandı. Bunların bir kısmına burada değinmeye çalışsam da çok daha fazlasının olduğu belirtmem gerekiyor.

            21 yılın sonunda gelinen noktada yeni bir konfederasyonun kurulmasını dayatan pek çok olay yaşandı. İşçi sınıfının kendisi için sınıf olması, çalışma hayatının yanı sıra siyasete ağırlık koyması ile mümkündü. Bunun yolu ise işçi sınıfının ideolojisini benimseyen sendikal ve siyasal yapıların, paralel çalışmalar yapmalarından geçiyordu.   

                Yeni konfederasyonun kurulması öncesinde, özellikle 1967 yılının Ocak ayında SADA bünyesinde birçok toplantı yapıldı. Konfederasyon kurulması, 14 Ocak 1967 tarihli toplantıda karar altına alındı. DİSK Tarihi kitabının 1967-1975 yılları arasını kapsayan 1. cildinin 129. sayfasındaki kararı aynen aktarıyorum:

              “KARAR: Biz aşağıda imzası bulunan sendika yöneticileri, yeni bir işçi konfederasyonu kurulmasını, bu konfederasyonun isminin TÜRKİYE DEVRİMCİ İŞÇİ SENDİKALARI KONFEDERASYONU (kısa ismi ile DİSK) olmasını kararlaştırdık. Karar oybirliği ile alınmıştır.”

               Evet, yeni bir konfederasyonun kurulmasının zorunluluğunu gören sendikacıların yukarıdaki kararı almalarından sonra harekete geçen sendikalardan Maden-İş, Lastik-İş ve Basın-İş sendikaları, 12 Şubat 1967 tarihinde kongrelerini olağanüstü toplayarak Türk-İş’ten ayrılmayı ve yeni bir konfederasyon kurmayı kararlaştırdılar.

              13 Şubat 1967 tarihinde ise; Bağımsız Gıda-İş ile merkezi Zonguldak’ta bulunan Türk Maden-İş’in de katılımlarıyla Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’i kurdular.

              DİSK kuruluşundan itibaren hızla örgütlenmeye ve mücadeleyi yükseltmeye başladı. Deyim yerindeyse işçiler akın akın DİSK’e geliyorlardı. Bu durum, sermayenin ve zamanının hükümetinin uykularını kaçırıyordu. DİSK’i durdurmak ve sendikal alandan tasfiye etmek için yollar aranmaya başlandı.

              Bu amaçla, 12 Haziran 1970 tarihinde sendikal özgürlükleri tırpanlayan, serbest örgütlenme ve toplu pazarlık haklarını ortadan kaldıran sendikalar kanununda değişiklik yapılmasına dair tasarı Millet Meclisi’nde görüşülerek kabul edildi.

             Yeni düzenleme ile sendikalaşma ve toplu sözleşme yapmanın önüne ciddi engeller getirilmekteydi. Kanunun amacı, DİSK ve bağlı sendikalar ile bağımsız sendikaları sendikal alandan tasfiye etmekti.

               Daha açık bir ifade ile yapılan kanun düzenlemesinin amacı, devlet eliyle her işkolunda tek sendika ve bunların bağlı oldukları tek konfederasyon bırakmaktı. Böylece sistem sendikal alanı kontrol altına alacak ve işçi sınıfının kendi öz örgütlerinde örgütlenmesinin önüne geçecekti.

              İşte bu nedenle, Türkiye çapında on binlerce işçi DİSK’in çağrısıyla 15 -16 Haziran 1970 tarihlerinde fabrikalardan çıkarak Türkiye tarihinin en büyük işçi direnişini gerçekleştirdi. İki gün süren direnişi durduramayan hükümet, çareyi sıkıyönetim ilan etmekte buldu.

            3 ay süren sıkıyönetim sürecinde, Cumhurbaşkanınca onaylanan 274 sayılı kanundaki değişikliklere dair kanunun iptali için TİP ile CHP Anayasa Mahkemesi’ne başvurdular. Başvuruyu inceleyen mahkeme, değişikliklerin önemli bir bölümünü iptal etti. Bunun üzerine, 275 sayılı kanunda değişiklik öngören tasarı Meclis’e bile sevk edilemedi.

                  Kuşkusuz DİSK’in 15-16 Haziran Direnişi, sadece sendikal barajlara karşı değil barajlı demokrasiye karşı da bir isyandır. Bu mücadelede kısa dönemde kazanım elde edilmemiş gibi gözükse de Anayasa Mahkemesi’nin yasadaki değişiklikleri iptal etmesinde bu direniş belirleyici olmuştur.

                Kısacası DİSK’i tasfiye etmeyi amaçlayan sermaye ve onun temsilcisi iktidarın girişimi, DİSK’in henüz 3 yıllık olan mücadele tarihinin verdiği güvenle, sokağa inen Türkiye İşçi Sınıfı’nın barikatına çarptı ve geri püskürtüldü.

 

             Yazı serimiz, 1970’li yıllar ile sonrasının konu edinildiği bölümlerle devam edecektir. Bir dahaki bölümde buluşuncaya kadar hoşça kalın, sağlıcakla kalın!

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.