Atatürk hava limanı yıkılalı yıllar olmuş; bizimkiler oradaki makina gürültüsünü duyunca bu gün koşuyorlar “ yıkamazsın “ diye!
Bunlara “ günaydın “ demek lazım!
Siz “ millet bahçesi “ fikrini ne sandınız?
İnsanın aklı kafatasında gereksiz işgalci olunca, algıları da sürekli kısa dalgalıdır!
Dünyaya bir bakın bu tür bahçeler daha çok nerede var?
İran, Malezya,Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinde..!
İnsanlar gider orada çayını içer, pastasını, simidini yer ve doksan dokuzluk tespihlerini şakırdatarak yara dana şükür ederler!
E, şimdi ne var bunda?
Çıkmış ortalığı vel veleye veriyorsunuz!
Mesela bizim Malatya’nın göbeğini İsmet paşa işgal etmiş ve koca alan bom boş orada duruyor ve tepede koca bir İsmet paşa heykeli!
Okuyanlar bilir, daha öncede yazmıştım “ buradan alın Beydağı’ nın uygun bir yerine, ya da en yüksek tepesine koyun ki her taraftan görülsün ve özellikle Elazığlı komşu daşlarımız görsün!
Boşalan bu yere de müthiş bir “ millet bahçesi “ gider ve burada içilecek çay, simidin keyfini dünyanın hiç bir yerinde yakalayamazsınız!
Zaten oldum olası bu İsmet Paşa’ya kılım. Malatya’ya çaktığı bir tek çivi yoktur ama heykeli Malatya’nın en güzide yerini kaplamıştır ve üstelik tek başına orada duruyor!
Neyse, Malatya belediyesine tüyoyu verdim. Eğer yaparlarsa orada kurulacak bir millet bahçesinde ilk çayı yudumlayan olmak isterim; üstüne de üç adım karşıdaki tarihi “ yeni cami “ de iki rekât da “ şükür namazı “ kılarım!
Bunlar hal olunca; sıradakine bakarız!
Ne bileyim, Ankara’nın en önemli yerine!
O da olur inşallah, iki bin yirmi üçe şurada ne kaldı ki?
************
Gününüz öyle kutlu olsun ki, bütün günler utanıp kaçsın!
Öyle “ gün “ falan kutlamak gibi âdetim yoktur!
Bazen hatıra binaen arkadaşların paylaştıklarına beğeni atarım; hepsi o kadar..!
Amaaa..!
Kimse beni bu gün için durduramaz! Kutluyorum!
Hemi de tepeden, tırnağa tüm gövdemle!
Yani “ çiftçiler günü!”
Böyle bir gün var mıydı, yok muydu gerçekten bilmiyordum!
Bir eli yağ da, bir eli bal da olan çiftçimizin günü helal ve afiyet olsun!
Mesela patates üretirler ve o patates gider “ kumpir” olur, ( her neyse) soslu çerez olur, ( bu arada çiftçilerimiz duymasın, meret birayla acayip gidiyor!) yani olur da olur...tıpkı hıyar gibi. Beş yıldızlı otele kapağı atınca bir tas cacığı bir koyun fiyatına yersiniz!
Karpuzu, buğdayı ve ismini saymaya sayfaların yetmediği her türlü sebze, meyve ve bakliyat çiftçilerimizin nasırlı ellerinden geçer!
Geçer ama şu an gününü kutladığımız çiftçimiz o nasırlı elleri ve tozlu şalvarlıyla kapısına vardığı lüks restorana, ya da otele alınmaz!
Yani hıyar içeri girer, çiftçi asla!
Bir tarım ülkesinin en acı halidir benim çiftçim!
En ucuz değerle ürünü elinden çalınan ve tezgahta üç kağıda düşünce gariban, gurubanın da dokunamadığı bir hal!
Neylersin?
Çiftçi deyince zaten akla köylü gelir ve öyledir de!
Hani “ millettin efendisi köylü “ve şimdi gırtlağa kadar borca batmış, karasabanla, öküze dönme hesabı yapan çiftçi!
Gününüz öyle kutlu olsun ki, bütün günler utanıp kaçsın!
**************
Hocam
Cübbeli, kahrolmasını istediklerini yüce rabbine bildirdi ve özellikle “ HDP’ yi sıfırın altına düşür” dedi!
Başka şeylerde istedi ve bu istekler mutlaka değerlendiriliyordur ve sonuçları yakında elçi melekler kendisine iletir diye düşünüyorum!
Sonra zatı allerini aradım “ benim içinde bir duanız var mı” diye?
-Allah seni de affetsin, günahın var mı, yok mu, miktarı nedir, bilmiyorum!
-Hocam, miktar derken?
Yahu beni çıldırtma, baktınsa günahı ayrı, öptünse ayrı, niyetlendiysen ayrı, diğeri aman allahım, dilim varmıyor!
-Hocam, konuyu nereye getirdin ve ne alaka?
-Konu işte!
-Benim ki uyarmak!
-Hocam bir zamanlar sizin bu taraklarda beziniz olduğu söylendi ve görüntülerinizi de gördük!
Bak işte; şimdi ne kadar günaha girdiğini bilmiyor musun? Ben defalarca baş benim, gövde bana ait değil demedim mi?
-Dediniz hocam ve ilk inanan da ben oldum!
-Hocam, son kez sizden duymak istiyorum; ben ve cennet hangi mesafedeyiz?
Ne bileyim hangi mesafedesin? Eskiden karışla ölçer söylerdik; şimdi iş değişti ve dıjital ölçüler santim sektirmiyor. Bana kalırsa işin zor!
-Sağ ol Hocam, Allah sakalına bit düşürmesin ve kılın bol olsun diyor, saygılar sunuyorum!
**************
ZAMANA YOLCULUK
Mezopotamya’nın kaddim topraklarından Akdeniz’e yolculuk ediyoruz! Yanımızda ok, balta ve kılıçlarımız var!
At ve deve sırtında bir yolculuk! Önümüze çıkan irili, ufaklı nehirleri geçiyoruz, ancak Fırat ve Dicle bizi yoruyor; geçmek ne mümkün!
İçimizde en akıllı olan, bu suların çıkış noktalarını bularak oradan dolaşmamızı öneriyor!
Fikir dâhice ve otuz günün sonunda suların çıkışı olan cılız noktayı buluyoruz ve oradan yola devam!
Sonraki nehirleri en zayıf noktasından yakalayarak geçiyoruz!
Akdeniz’e varışımız tam üç ay sürüyor!
Yolda karşılaştığımız diğer zorlukları saymıyorum!
Akdeniz!
Devasa çeşit ağaçlarla çevrilmiş, kendi mavisine yeşil bir gerdanlık yapmış ve öylece dingin bir istirahata çekilmiş, kim bilir belki de dalga yorgunudur ve şimdi uyuma zamanı!
Size bu anlattıklarım çok kısa bir zaman dilimi ve bin dört yüz yıl öncesiydi..!
Ya şimdi?
Dün gece yarısı Fıratın beri yakasından yola çıktım ve sabaha karşı İskenderun’a, Akdeniz’e vardım!
Öte yakasından da hareket etsem, en çok bir iki saat gecikmem olacaktı ve Fıratı, Dicleyi üstündeki köprüden beş saniyede geçerek!
Şimdi Akdeniz’in etrafındaki o yeşil gerdan koparılmış, birde boğazına kadar beton doldurulmuş ve keyiften değil, isyandan devinip duruyor!
İşin diğer tarafı, yakaladığımız bu rahatlık tarihin ilk başlangıcından bu güne olan serüvendir!
Peki ya akıl?
Hala orta çağ, hala bin dört yüz yıl öncesi ve dahası tehlikeli bir durakta homurdanarak duruyor!
Kendi tehlikesi olan insan, tarih boyunca ne bağnazlığını attı, ne de kirli sularından arındı!
Akdeniz!
Gittikçe kabuğuna çekiliyor!
************
İşte böyle Cemal ağa:
O gün üzerimde fazla para yok ve şöyle gidip bir kıyıda yemek yiyeyim de kimse görmesin; o la ki bir tanıdık gelirse mahcup olurum diye!
Kebabı söyledik, şöyle salatanın kıyısını köşesini karıştırırken tepemde bir ses “ oo ağam buralara takılırımıymış, hele oturun “ diyerek yanında getirdiği dört kişiyi un çuvalı gibi masaya yığdı!
Olduk mu Altı kişi? Ben içimden umarım bir kebap yerler, hani para yetmezse diye dua ederken, daha ben demeden bizim Cemal ağa garsona dönerek “ kardeş beş tane birer buçuk, salatası bol ve açık ayran olsun.”
Yedik!
Üstüne birer kadayıf ve bir de keyfi çayı!
Hesap istedim, içlerinden biri “ ağabey Alman usulü olsun” dedi ama bizim ki lafı ağzına tıkadı! “ Yakışır mı, Hasan ağanın masasında hesap ödemek?”
Birden ağa olduk ve güya şerefimi kurtaran Cemal’e içten içe bileniyorum ama o arada yapılacak bir şey yok!
Neyse, sanki garson cebimdeki parayı hesaplamış gibi tam denk düşürdü ve ben derin bir oh çekerek meteliksiz ayrıldım!
Cemal’in samimi ve onsuz bir yere gitmeyen arkadaşını ayarladım! “ Bu, bir mekâna giderse, bana Alo demen yeterli ve seni ayrıca da ödüllendireceğim” bizim ki “ abi hiç merak etme” diyerek vaziyeti çaktı!
Dün aradı “ abi ikimiz falan yerdeyiz, haberin olsun!”
Gün bana doğdu!
Yirmiye yakın garibi aldım gittim!
-Oo, Cemal ağa sen buralarda?
-Acil uğradım, çıkacağım!
-Yakışır mı koca Cemal ağaya, bize yemek söylemeden gitmek?
Etrafındakileri masalara dağıttım ve anında birer buçuk Adana, isteyene kuzu tandır, ayranlar kolalar ve üstüne fıstıklı kadayıf!
-Cemal ağa?
-İyilik işte, yuvarlanıp gidiyoruz!
-Olur, mu ya, senin gibi ağa yuvarlansın?
Haydi, eyvallah biz gidiyoruz! Ekibi topladım, çıktık!
Arkadaş aradı gülmekten ne kadar hesap ödediğini söyleyemedi!
Sanırım iki bin beş yüz gibi ödemiş
Sevgili Cemal ağa kardeşim, kesen dolu olsun!
Hani demiştin ya “ ödemek ağalığın şanındandır” diye!
Bakalım bir dahakine seni nerde yakalarım?