ALTIN
 3.022,60
DOLAR
 34,3205
STERLİN
44,5531
EURO
 37,4161

 

 

            22 Şubat 2022 tarihinde bu köşede yayımlanan, “HEDEFİNİZ DÖNÜŞTÜRMEK DEĞİLSE MEVCUDA TESLİM OLURSUNUZ!” başlıklı yazımda, kuruluşundan bugüne Türkiye siyasetinin hep vesayet altında olduğunu, günümüzde de değişen bir şey olmadığını belirtmiştim.

             Kuşkusuz önceleri devletin çekirdeğini oluşturan üniformalı veya üniformasız dar bir kadronun tekelinde olan vesayet, bugün yönetme erkini elinde tutan tek adam ile onun etrafındaki dar bir kadronun elindedir.

            Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren siyaset, çekirdek bürokrasi tarafından hep kontrol altında tutuldu. Sivil bürokrasinin yetmediği durumlarda ise bu görevi ordu üst kademesi üstlendi ve darbelerle siyaseti dizayn etti. Maalesef tüm bunlar, cumhuriyetin halkın kendi kendisini yönettiği gerçek bir demokrasi ile taçlandırılmasını engelledi.

             Geriye dönüp baktığımızda, neredeyse her on yılda bir darbe yapıldığını ve ülke demokrasisinin kesintiye uğratıldığını görüyoruz. Maalesef sistemin her on yılda bir darbelerle, siyaset ile toplumu dizayn etmesi yetmemiş gibi, toplumu mahkum ettiği gelenekçi tutucu kalıp, son yıllarda merkez siyasetin, sistemin belirlediği sınırları aşma iradesi göstermeyi göze almamasının gerekçesi oldu.

               Zira yukarıda belirttiğim vesayetin topluma dayattığı  etnik köken ile dine dayalı tekçi eğitim sisteminin baskın hale getirdiği milliyetçi muhafazakâr toplumsal yapı, merkez siyasi yapı ve aktörlerin sığınağı haline geldi. Dolayısıyla mevcut iktidarın kullandığı “Yerli ve Milli” sözü ile sistem içinde ona muhalefet eden kanadın  “Toplumun Hassasiyetleri Var” sözü toplumun bu yapısına teslimiyetten başka bir şey değildir.

                Kısacası milliyetçi ve muhafazakâr toplumsal yapı artık yeni vesayet biçimi olarak, Türkiye’nin sistem içi siyasetinde sınırları belirleyen en önemli etkendir. Bu nedenle, son yıllarda siyasette en çok duyduğumuz söz “Millettin hassasiyetleri var” sözüdür.

               Ne yazık ki, bu sözü yaşam tarzına müdahalede de sıkça duyar olduk. Kuşkusuz bu durum, toplumu dönüştürme iddiası olmayan ve mevcut siyaset tarzı ile siyaset yapmayı reddetmeyen siyasi yapılar için yadırganacak bir durum değildir.

             Burada cevaplandırılması gereken en önemli soru, “Kimin hassasiyeti?” sorusudur. Öyle ya bu kadar ağır basan, ülkeyi yöneten iktidarın topluma dayattığı muhafazakâr yaşam tarzı kimin veya kimlerin hassasiyetidir. Yaşadıklarımız, gerek iktidarın gerekse sistem içi muhalefetin ileri sürdükleri bu hassasiyetin toplumun tamamını kapsamadığını gösteriyor.

              O zaman, cevaplandırılması gereken bir başka soru ise bu hassasiyeti paylaşmayan ve kendi yaşam tarzına özgür iradesiyle karar vermek isteyen, birileri azınlık dese de gerek mahalle baskısından gerekse ülkeyi yöneten iktidarın ötekileştirici politikalarından dolayı çoğu kendisini gizlemek zorunda kalan, aslında çoğunluk olanların değer yargıları ile hassasiyetleri ne olacak? Ya da demokratik bir ülkede toplumun bir kesiminin hassasiyetlerinin toplumun tamamına dayatılması, demokrasiyle bağdaşır mı? Kuşkusuz tüm bu soruların cesaretle cevaplandırılması, ülkenin gerçek bir demokrasiye kavuşması açısından önem arz ediyor.

             Ne yazık ki, AKP-MHP iktidar bloğu, toplumun bu yapısını muhalefeti baskı altına almak için sınırsız bir şekilde kullanıyor. Bu nedenle, etnik, dini ve mezhepsel farklılıkları alabildiğine kaşıyor, toplumu ayrıştırıyor, kendisi gibi düşünmeyen insanları öteki ilan ediyor.

             Bunu o kadar ileriye taşıdı ki, farklı etnik kökenden, din ve mezhepten olanların, başta çalışma hakkı olmak üzere, insan olmaktan dolayı sahip oldukları haklarını kullanmalarının önüne set çekiyor. Zira kamuda liyakat esasına göre personel istihdamı yerine, kendisine yakın insanları istihdam etmek üzere uyguladığı personel seçme yöntemi ile farklı olanların kamuya personel olarak atanmalarını engelliyor.

              Elbette iktidar bunu sadece kendi uygulamaları ile yapmıyor. Kendisine muhalefet eden siyasi partiler ile seçilmiş belediye başkanlarını baskı altına almak için de kullanıyor. Muhalefet belediyelerine yönelik, görevden alma ve kayyum atamaları ile sudan bahanelerle soruşturmalar açılması da bu nedenle yapılıyor.

 

 

 

                  Öte yandan, kısmen bu politikanın baskısı kısmen de muhalefet bloğu partilerinin, yukarıda belirttiğim milliyetçi ve muhafazakâr toplum yapısını gönüllü olarak satın almalarından dolayı, sistem içi muhalefette bu politikaya uyum sağlıyor.

                İlginç olan ise iktidardan farklı olduğu iddiasında olan muhalefetin, bu uyumu “Tolumun Hassasiyetleri” ile açıklamasıdır. Doğrusu geçmişte toplumun ilerlemesinin önünü kesmek üzere toplumun değer yargılarını pervasızca kullanılması sonucu olan muhafazakârlığın sürekli kullanılması, muhalefet gibi görünen siyasetin işine geliyor olsa da demokratik bir tutum değildir.

             Hâlbuki mevcut siyaset tarzından memnun olmayan ve onun değişmesi gerektiğine inanan her siyasi yapı ya da aktör, bunun yolunun toplumu dönüştürmekten geçtiğini bilmek zorundadır. Elbette tek başına bilmek de yetmez.

              Dönüşümü sağlayacak proje ve programı olmalı. Karşı taraftan veya toplumdan gelecek tepkileri bertaraf edecek ilkeleri, bu ilkeleri savunacak duruşu ve cesareti olmalı. Maalesef Türkiye merkez siyasetinin bu özellikleri olmadığından, kitle popülizmi ile yol almaya çalışıyor.

               Bu durumda olan sadece siyaset değil, bilim yuvası üniversiteler, dördüncü kuvvet denen basının ağırlıklı kısmı da aynı yapıdadır.

               Zira bu yapıların büyük kısmı, mevcut toplumsal yapıya uygun duruş belirlemekte herhangi bir sakınca görmüyorlar. Yani ilkeli duruş belirlemek yerine, mevcudu kullanmanın kolaylığına kaçıyor ve zoru değil mevcuda teslim olmayı seçiyorlar.

            Kuşku yok ki, Türkiye’nin yaşadığı sıkıntının temelinde toplumun hassasiyeti diyerek teslim olunan bu politika yatıyor. Bu öylesine ileri derecede ki, farklı olanı desteklemek neredeyse suç sayılıyor. Bu nedenle, ülke içine sürüklendiği çıkmazdan çıkamıyor ve çağdaş dünyanın dışına savruluyor.

             Zira bu kabullenme ve teslim olma siyaseti, ülkede hak edenin hak ettiği yere gelmesinin önünde önemli bir engel olarak duruyor.

            Bugünlerde konuyla ilgili yaşanmakta olan en bariz örnek, bir yıl kalmış olan Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefet bloğunun adayının kim olacağı veya kimin toplumdan destek alabileceği tartışmasının, potansiyel adayların etnik kökenleri ile din ve mezhep farklılıkları üzerinden yürütülmesidir.

             Öncelikle şunu açıkça ifade etmeliyim, ben bu satırları birilerini aday olarak görmek istediğim için yazmıyorum. Ancak kendisine aydın, bilim insanı, topluma yol gösterme görevi bulunan köşe yazarı diyen ve ilkeli siyaset yapılmasını savunması gerekenlerin, toplumu belli kalıplara hapseden bir yaklaşımla, bireylerin mensubiyetleri üzerinden oy alıp alamayacağı tartışmaları içinde olmaları oldukça düşündürücüdür.

               Kuşkusuz bu yaklaşımın temel nedeni, bu sözde aydın yorumcuların her birinin desteklediği adaya avantaj sağlama amacı güdüyor olmasıdır. Ne yazık ki bunu yapanlar, toplumu etnik, dini ve mezhepsel farklılıklar üzerinden ayrıştıran, hatta karşı karşıya getiren, seçilmeyi yalnızca hakim milliyetçi muhafazakar kesimden olana hak olarak gören sakat bir anlayışa sahiptirler.

           Bu yaklaşım, toplumu karşı karşıya getirmenin ötesinde ülkede ilkeli siyaset yapma alışkanlığının gelişmesini de engellemektedir. Zira ilkeli siyaset hâkim olduğunda, aday olacak kişinin mensup olduğu etnik köken ile din ve mezhebin hiçbir önemi olmayacaktır.

              Demem o ki ilkeleri belirlenmiş, siyasi ortaklığı içine sindirmiş olarak aday olan ve seçilen kişinin izleyeceği yol ortak akılla üretilmiş, program ve projelerin gösterdiği yol olmalıdır. Elbette bu dediğim ilkeli siyaset anlayışı hayat bulduğunda mümkündür.

             Kısacası siyasette ilkelerin hakim olmadığı, siyasetin çağdaş, ideolojik temellerden kopuk, toplumun muhafazakâr yapısı dikkate alınarak yapıldığı ülke de siyaset, popülist lider kültüne hapsolur ve üretemez. Üretemeyen siyaset çıkmazdadır ve bu çıkmazından dolayı topluma kurtarıcı lider sunmak zorundadır.

          İşte Türkiye’nin yaşadığı tam da budur. Öncesi olmakla birlikte, özellikle  1980’lerden bu yana ülke lider kültüne hapsedilmiş bulunuyor. 20 yıldır iktidarda olan ve yaptıklarıyla bu ülke nüfusunun büyük çoğunluğunun beklentilerine cevap vermemiş olan AKP uzun iktidarını bu siyaset anlayışını uygulama yeteneğine sahip olmasına borçludur.

              Nitekim bunu bildiği için, 2017 yılında yaptığı Anayasa değişikliği ile ülke yönetimini tek kişiye yani liderine bağladı. 24 Haziran 2018 seçimlerinden bu yana ülkenin kurumsal yapısı yok edildi ve artık her şeye tek kişi karar veriyor.

            Meclis devre dışı, bakanlar birer bürokrat, yargı tek kişinin ağzından çıkana bakarak karar veriyor. Bu nedenle, ülke iç içe geçmiş birçok krizi bir arada yaşıyor. Ekonomi dibe vurdu, işsizlik ile yüksek enflasyon tolumun emekçi büyük çoğunluğunu sefalete sürüklemiş bulunuyor.

              Ülkenin yaşadığı bu savrulmadan çıkış programı ile toplum karşısına çıkması ve ondan destek istemesi gereken muhalefet, bu sorunların üstesinde gelebileceği, ekonomik ve sosyal hedefleri belirlenmiş bir programla ortaya çıkmak yerine, iktidar ve yandaşlarının belirlemeye çalıştıkları sınırlar içinde kalmakta ısrar ediyor.

              Bu nedenle, toplumun genelini kucaklayacağına, parlamenter demokrasiyi kurumsallaştıracağına ve Cumhuriyet’in yüzüncü yılında Cumhuriyet’i, tüm yurttaşların eşitçe yaşadıkları demokratik bir cumhuriyet yapma yolunda gerekli adımları atacağına dair umut vermiyor.

             Zira yukarıda kısmen açıklamaya çalıştığım toplumun muhafazakâr yapısını aşma ve toplumu dönüştürme iradesine sahip değil.

              Hâlbuki sistemin bilinçli tercihi olan milliyetçi muhafazakâr toplumsal dokuyu değiştirerek bu ülke halklarını çağdaş demokratik değerlerle buluşturmak, bunu sağlayacak politikalar üretmekle mümkündür.

             Böyle düşünmeyen ve toplumu dönüştürme iddiası taşımayan, ilkeli siyaset yerine, popülist lider anlayışıyla medyanın parlattığı siyasi figürle yola çıkan her siyaset, baştan sistemin oluşturduğu milliyetçi muhafazakâr toplum yapısına teslim olmuş demektir!

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.