Az önce astronotları konu edinen bir belgesel izledim.
Bilindiği üzere astronotlar, çocuklarını, eşlerini, ailelerini geride bırakıp bir ateş topunun sırtında uzay boşluğuna uçarlar. Tabi uzayda zaman zaman altı ay, bir yıl gibi uzunca süreler de kalabiliyorlar.
Altı ay, bir yıl uzay şartlarında gerçekten de uzunca süreler…
Haliyle yukarıdan Dünya’ya büyük bir özlem ve hayranlıkla bakıyorlar. ‘Biz’ derken Dünyalıları kastettiklerini artık kolayca anlıyorsunuz. Onlar için sınırlar, ülkeler, kavimler, kabileler o kadar anlamsızlaşıyor ki; onların gözünde bütün dünya tek yuva, bütün insanlık ise tek aile oluveriyor. Artık ülkelerimizi daha iyi nasıl imar edebiliriz yerine, Dünyamızı daha iyi nasıl koruyabiliriz duygusu alıyor…
Böylece ‘insanın ufku coğrafyası kadardır’ sözü de bir kez daha doğrulanmış oluyor. Coğrafyanız genişlediği ölçüde ufkunuz ve beraberinde de aidiyetiniz genişlemiş oluyor.
Hatırlayınız; tek aileli dünyada Âdemin bir oğlu diğerini çok görebilmişti! Çünkü ufku ailesiyle sınırlı olan Kabil, henüz başka bir aile tanımıyordu!
İnsan böyle bir şey; ancak başka aileler olunca ailesini, başka köye gidince köyünü, başka şehre gidince şehrini, başka ülkeye gidince ülkesini sahipleniyor. Haliyle uzaya çıkınca da Dünyasını…
İnsan düşünmeden edemiyor; ufkumuzu coğrafyamızdan bağımsız kurgulayacak olursak anlamsız düşmanlıklarımızı da bitiremez miyiz acaba?
Ne diyordu ayeti kerime:
فَلَا عُدْوَانَ اِلَّا عَلَى الظَّالِمٖينَ
“Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”