ALTIN
 3.022,60
DOLAR
 34,3205
STERLİN
44,5531
EURO
 37,4161

 

 

              Sendikaların ortaya çıkışı, tarihsel gelişimi ve toplumsal rolü başlıklı yazı serimiz devam ediyor. Yaz serisinin son iki bölümünde, sendikal hareketin 18. yüzyılın ikinci yarısında başlayan süreçteki dinamizminin gerisinde olmasının nedenlerini kısaca açıklamaya çalışmıştım. Bu bölümde bu konuyu işlemeye devam edeceğim.

              Son iki bölümde tamamını olmasa da gerilemedeki payı azımsanamayacak derecede olan etkenleri açıklamıştım. Elbette açıkladıklarımdan çok daha fazla neden saymak mümkündür. Ben burada kısa ve öz bir şekilde açıklamaya çalıştım.

             Tüm bunlar, örgütlülüğün altını oyan ve sendikaları gün geçtikçe tabela örgütü olmaya iten önemli faktörlerdir. Ne yazık ki sendikal hareket, bir bütün olarak sermayenin bu azgın sömürü politikalarına karşı koyacak politikalar üretemedi.

                 Hâlbuki sendikal hareket, ulusal sınırları aşarak, globalleşen, tekel konumundaki sermaye gruplarında toplanan sermayeye karşı evrensel sınıf dayanışması ile karşı mücadele örgütlemiş olsaydı bu sonucun ortaya çıkmasını engelleyebilirdi.  

             Kuşkusuz tüm bu nedenler ve daha fazlası, sendikal harekete darbe vurdu. Ancak tüm bunlar, işçi sınıfının siyasi ve sendikal örgütlerinin zaaf ve eksikliklerinin üstünü örtme aracı olarak kullanılmamalıdır. Tek tek ülkelerden başlayarak, dünya genelinde bu gerilemede sendika yönetimlerinin ve siyasi yapıların zaaf ve eksikliklerinin cesaretle masaya yatırılmasına ve tartışılmasına ihtiyaç vardır.

               Dikkat edilecek husus, sorgulanması gerekenin kurumsal yapı olmadığı, bu yapılarda yönetime gelen bireyler ile anlayışlar olduğudur. Zira kurumsal olarak sendikaları sorgulamak, sermayenin ve onun güdümündeki ulusal devlet yönetimlerinin, sendikal hareketi genelde toplumun özelde ise işçi sınıfının gözünden düşürme tuzağına düşmek olur.

               Elbette her işçi sendikası (çalışanların tamamını işçi sınıfının bileşeni olarak gördüğüm için memurları ayırmıyorum), özelde kendi üyelerinin genelde ise işçi sınıfının tamamının ekonomik, sosyal ve siyasal hak ve menfaatleri için çalışmak üzere kurulur. Sendikalar işçi sınıf örgütleri olup sınıf ekseninde mücadele eden örgütlerdirler.

              Bunun için kendi aralarında birlikler kurarlar ve sınıf partileri ile organik ilişkiler geliştirerek bu sınıf partilerinin iktidar olmaları için çalışırlar. Dolayısıyla gelinen noktanın sorumlusu, tarihsel olarak işçi sınıfının çıkarlarını korumak üzere kurulmuş sınıf örgütleri sendikalar değil, sendikaları bu amaçtan uzaklaştıran yönetimlerdir. 

              Konuyu Türkiye cephesinden ele aldığımızda, dünya genelinde sendikal hareketi gerileten etkenlerin tamamı Türkiye için geçerli olmakla birlikte, Türkiye açışından sistemin anti-demokratik yapısının gerilemedeki payını ayrıca değerlendirmekte yarar var diye düşünüyorum.

               Yazı serisinin sendikaların kurulması ve gelişimi bölümlerinde, yasaklamalar ve engellemelerle geçen Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, yasakların sürdüğü, dernek kurmanın bile mümkün olmadığı 1923-1946 arası Cumhuriyetin ilk yılları, serbest toplu pazarlık ve grev hakkının tanınmaması dolayısıyla gerçek işlevlerini yerine getirmediği 1946-1963 arası dönem, 1961 Anayasası’nda bulunduğu halde gerekli kanun düzenlemesi yapılmamış olan toplu sözleşme hakkını kazanmak üzere anayasal grev hakkını kullanan Kavel işçilerinin fiili grevinden itibaren yükselişe geçen Türkiye sendikal hareketinin, en mücadeleci dönemi olan 1963-1980 arasında ve sonrasında faşizmin ağır darbesine maruz kalarak zaman zaman yükselen mücadelesine rağmen, gerileyerek günümüze ulaştığı, 12 Eylül 1980 sonrası dönemi olmak üzere 5 ayrı döneminin olduğu görülmektedir.

             Öte yandan Dünya sendikacılık hareketi ile karşılaştırdığımızda, dünya sendikacılığının Sanayi Devrimi’nin beşiği olan İngiltere de 1700’lü yılların ikinci yarısından itibaren ortaya çıktığını, uzun ve çetin bir mücadele sürecinin sonunda 1820’li yıllarda kendilerini sisteme kabul ettirerek yasallık kazandıkları görülüyor.

             Buna karşın Türk sendikacılık hareketi, 1800’li yılların sonundan itibaren gelişme gösteriyor. Bir başka deyişle Türk sendikacılık hareketi, dünya sendikacılık hareketini 100 yıldan fazla bir süre geriden takip ediyor. Dünya genelinde sanayi toplumlarında sendikalar, sermayenin acımasız sömürüsüne karşı çalışma şartları ile çalışma ortamını iyileştirmek, uzun çalışma sürelerinin kısaltılması ve insanca yaşanacak bir ücret elde etmek gibi amaçlarla işçi sınıfının ihtiyaç duyduğu örgütlenmeler olarak ortaya çıkarken, Türkiye’de ise siyasi ve ideolojik grupların harekete öncülük etmesinden duyulan rahatsızlık nedeniyle devletin kendisinin istediği aşamada, sınırlarını kendisinin belirlediği hareket şeklinde ortaya çıkmıştır.

               Yazı serisi içinde yukarıda belirttiğim dönemlerde üç aşağı beş yukarı birbirinin devamı niteliğinde olan kısıtlama ve yasaklamalara mümkün olduğunca yer vermeye çalıştım. Şunu peşinen belirtmeliyim ki, bu dönemlerin tamamında devlet sendikal hareketi sürekli baskı altında tuttu ve gerek örgütlenme hakkının gerekse serbest toplu pazarlık hakkının kullanılmasında serbestlik tanımadı.

               Üstelik devlet, bunu üyesi olduğu Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) çalışma hayatını düzenleyen sözleşmeleri ile Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sözleşmeleri’nin açık hükümlerini yok sayarak yaptı.

             Türkiye sendikal hareketinin en güçlü dönemi, mücadelenin yükseldiği 1960-1980 arası dönemdir. 1961 Anayasası’nın, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmaların tanıdığı hakları anayasal güvenceye almasına paralel olarak, sendikal örgütlenmenin ivme kazanmasının üstüne gelen Kavel Direnişi ile hareket bir üst aşamaya sıçradı. Bu sıçrama bir yandan grev ve direnişlerle işçi sınıfının varlığını kabul ettirirken, diğer yandan ise sistemin kontrolünden çıktı.

                 Böylece kendisine dayatılan devlet ve sermaye güdümlü sendikal anlayışı reddederek, kendi öz örgütünü kurma başarısı gösterdi. Yetmedi, devletin, sınıfın öz örgütünü boğmak için yapmaya çalıştığı yasal düzenlemeye karşı ayağa kalkarak hem düzenlemeyi geri püskürttü hem de gücünün farkına vardı. Sonraki yıllarda bu ayağa kalkıştan aldığı güçle mücadeleyi yükselten işçi sınıfı, ekonomik ve sosyal birçok kazanım elde etti.

               Aynı dönemde işçi sınıfı işyerlerinde iyi sözleşmeler yapılması mücadelesi ile sınırlı kalmadı. Aksine sistemin, toplumsal uyanışın önünü kesmek istemesine karşı ayağa kalktı ve siyasi taleplerle birçok direnişe imza attı.

               Kısacası Türkiye işçi sınıfı belirtilen 1960-1980 dönemi içinde verdiği mücadele ile bir yandan ekonomik ve sosyal birçok hak elde ederken, diğer yandan ise 12 Mart 1971 muhtırası ile başlayan ve 1970’li yılların ikinci yarısında Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kurulması ile birlikte artan şiddet ve anti-demokratik hükümet uygulamalarına karşı direnişler yaparak siyasette söz sahibi oldu.

                Elbette sermaye bundan oldukça rahatsızdı. Bu rahatsızlık sadece Türkiye’ye de özgü değildi. 1973 büyük petrol krizinin vurduğu Dünya kapitalizmi, refah devletinden dönüş yapmak için arayış içine girdi ve yeni liberal (neoliberal) iktisat programını uygulamaya başladı.

              Dünya kapitalist sisteminin merkez devletleri ABD ile İngiltere’de uygulanmasına başlanan yeni liberal ekonomik model hızla diğer ülkelerde de uygulanmaya kondu. Elbette Türkiye’de bu programın uygulanacağı ülkelerdendi. Bu amaçla IMF’nin hazırladığı program, zamanın Başbakanı Süleyman Demirel ile müsteşarı Turgut Özal tarafından 24 Ocak 1980 tarihinde ilan edildi.

             12 Mart muhtırasının önünü kesmeye çalıştığı toplumsal uyanış ile sınıf sendikacılığı anlayışının, yoğun siyasi ve sendikal mücadelelere imza attığı 1970’li yıllara bakıldığında, bu programı demokratik bir ortamda, hele hele sınıf sendikacılığının belirleyici olduğu bir süreçte, sendikal hareketin gücü kırılmadan hayata geçirmek pek mümkün gözükmüyordu. Dolayısıyla demokrasi mutlaka kesintiye uğratılmalıydı.

              Bu ise bir darbe ile mümkündü. Ancak bunun için zemin hazır değildi. Yani toplumun darbenin zorunluluğuna ikna edilmesi gerekiyordu. Bu ise topluma korku salmakla mümkündü. Bu nedenle, 1980 yılının yaz aylarında içinde DİSK’in kurucu genel başkanı Kemal Türker’in de bulunduğu, toplumca bilinen kişilere yönelik suikastlar gerçekleşti.

                Öte yandan sokak çatışmaları, toplumu karşıt kamplara bölüyor ve insanlar gelecek kaygısı yaşıyorlardı. Böylece darbenin toplumsal zemini oluşmuş oldu ve 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gece ordu üst kademesi emir komuta zinciri içinde yönetime el koydu.

            Ne yazık ki ülke kışkırtılan kutuplaşma ve çatışmalarla darbe ortamına sürüklenmiş ve ağır bir baskı dönemi başlamıştı. Nefes almanın imkânsız hale geldiği bu süreçte, darbe yönetiminin ilk hedefinin demokratik kitle ve sınıf sendikacılığı olması asıl amacın işçi sınıfının direnişini kırmak ve 24 Ocak’ta ilan edilen yeni liberal ekonomik programının uygulanması için gerekli yol temizliğini yapmak olduğunu gösteriyordu.

              Kuşkusuz devletin iktisadi faaliyetlerde bulunmasının yanı sıra ekonomik alandaki sıkı denetimi uluslararası sermayenin önündeki en önemli engeldi. Dolayısıyla devletin ağırlığının hissedildiği karma ekonomik modeli esaslı bir şekilde değiştirmek üzere yapılan darbenin, bir başka hedefi ise 12 Mart’ın yarım bıraktığı toplumsal uyanışın önünü kesme projesini tamamlamaktı.

             Zira toplumsal uyanış, bireysel gelişmeye neden oluyor ve insanlarda sorgulama yeteneğinin gelişmesine yol açıyordu. Elbette bu gelişme, toplumun yukarıdan empoze edileni reddetmesine ve arayışa yönelmesine yol açıyordu.

            Yazı serimiz, faşist 12 Eylül darbesinin baskı ile toplumu susturması sonrası ortaya çıkan yeni toplumsal yapı, bunun sendikal ve siyasal alanlara yansımalarının işlenmesi ile devam edecek. Bir dahaki bölümde buluşuncaya kadar, hoşça kalın, sağlıcakla kalın!

 

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.