Bir süre önce yayınlanan “Kutsal Devlet mi Demokratik Cumhuriyet mi?” Başlıklı yazımda, 99 yıl önce kurulan ve 1946’dan 2022 yılına 76 yıllık demokrasi macerası olan Türkiye’nin, kutsal devlet anlayışını aşamadığını ve tam olarak demokratikleşemediğini yazmıştım.
Aynı yazıda bu kutsallık nedeniyle sistem içi siyasi rekabette, muhalefette olan partilerin iktidarda bulunan parti veya koalisyonu eleştirirken, devleti dokunulmaz gördüğüne ve ona dokunmamak için azami gayret gösterdiğine dair değerlendirmede bulunmuştum.
Türkiye’nin, 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu ile kabul edildiği ilan edilen tek adama dayalı yeni yönetim biçimine geçtiği 24 Haziran 2018 Milletvekili Genel Seçimi ve Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin üzerinden 4 yıl geçti.
Türkiye neredeyse son iki yıldır sürekli seçimi tartışıyor, daha doğrusu tartışır gibi yapıyor. Zira tartışılan seçime girecek partilerin siyasi anlayışları, ilkeleri, sorunların çözümüne dair program ve projeleri değil.
Sabah akşam televizyon ekranlarında yapılan yorumlar ile tartışmalarda ve yazılı basında yazılanların tamamında Cumhur İttifakı’nın adayı olacağı söylenen Cumhurbaşkanı’na rakip aranıyor. Maalesef bu sığ ve kişiye özel tartışma biçimi, ülkenin devasa sorunlarını görünmez kılıyor. Gerçi bunda garipsenecek bir durum yok.
Çünkü sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde ideolojik alt yapısı olmayan, lidere endeksli siyaset tarzı hakim olmuş durumda. Tam da bu nedenle artık 1900’lü yılların ideolojik altyapıya sahip, güçlü siyasi yapılarının yerini popüler tek liderler almış bulunuyor. Lider kültünün çok fazla baskın olmasından dolayı da ülkeler daha baskıcı yönetimlerce yönetiliyorlar.
Hâlbuki demokrasi farklı düşüncelerin tartışıldığı, her düşüncenin şiddete başvurmadığı sürece kendisini özgürce ifade edebildiği rejimin adıdır. Peki o zaman, nasıl oluyor da reel sosyalizmin geri çekilmesiyle sözde burjuva demokrasisi zafer ilan ettiği halde, ifade özgürlüğünde global ölçekte gerileme söz konusu?
Bakın, Almanya eski başbakanlarından Helmut Schmit bu konuda ne diyor: “Demokrasi ile tartışma iç içedir. İçinde tartışma olmayan demokrasi, demokrasi değildir. Bu, Perikles’ten beri böyledir.”
Oysa Dünya geneline baktığımızda durum hiç de öyle değil. Çünkü dünyanın hemen bütün ülkeleri gün geçtikçe demokrasiden uzaklaşıyorlar. Zira bunu sağlaması gereken politikacılar, Schmit’in dediğinin gerçekleşmesini sağlayacak ortamı hazırlamadıkları gibi, buna kalkışanları cezalandırıyorlar.
Kuşkusuz geçmişi darbeler, sıkıyönetim ve olağanüstü hal yönetimleri ile dolu Türkiye gibi ülkelerde baskı çok daha fazla. Sistem içi tartışmalar da lider kültüne indirgenmiş durumda. Bu nedenle seçimin hemen ardından Türkiye kendisini bir sonraki seçimin tartışması içinde buluyor. Ancak bu tartışma ideolojik farklılıklar üzerinden değil, popüler liderlik kültü üzerinden karşıtlık yaratılarak yapılıyor.
Elbette çok olmasa da bu anlayışın dışına çıkan ve daha geniş bir perspektifle siyaset yapmaya çalışan bireyler ile partiler yok değil. Ancak bugün Türkiye siyasetinin iki ana bloğundan Cumhur İttifakı, yandaş medyanın da katkısı ile tartışmayı sürekli aday profiline indirgemeye çalışarak Erdoğan’la seçim kazanmayı hedeflerken; Millet İttifakı, zaman zaman bireysel çıkışlarla bu zeminde tartışmaya dahil olsa da genel anlamda baktığımızda son 7-8 aydır daha ziyade program ve ilkeler üzerinde bir çalışma yöntemi ile yol alma gayreti içinde.
İttifakın, asıl hedef olarak önüne Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçişi koymuş olduğu görülse de ülkenin temel sorunlarına dair hazırlıklar yaptığı da biliniyor. Tabii bu muhalefet blokunun sorunlara yaklaşımında çok önemli değişim olur mu? Demokrasi, hukuk, insan hakları, içerde dışarda barış, gelir adaletsizliğinin giderilmesi, daha çok üretim ve eşit paylaşım, tarımın desteklenmesi, sosyal devletin güçlendirilmesi, devletin temel görevi olan eğitim ve sağlığın herkese eşit ve parasız verilmesi gibi birçok başlık altında güçlü bir programla ortaya çıkıp çıkmayacağı önümüzdeki süreçte belli olacaktır.
Elbette, tüm bu sorunların çözümüne dair önerileri içeren bir program etrafında ilkeli bir siyaset tarzının benimsenmesi bu ülkenin temel ihtiyacıdır. Ancak seçimi kazanmak için yeterli değildir.
Çünkü yapılan kamuoyu araştırmaları, iki bloğun oylarının birbirine yakın olduğunu ve ikisinin de %50+1’i alamayacağını gösteriyor. Tabii bu durumda seçimi kazanmak isteyen ittifak, ister istemez HDP ’nin oylarına ihtiyaç duymaktadır. Bir başka deyişle HDP’ nin öncülüğünde kurulan “Demokrasi İttifakı” seçimin belirleyeni yani anahtarı konumundadır.
Son birkaç yıldır Türkiye coğrafyasında yaşananlar ile bugün HDP üzerinde baskı ve sindirme politikası uygulayarak dozunu her gün biraz daha arttıran iktidar bloğunun HDP’ nin oyunu alması pek mümkün gözükmüyor.
Zira ittifak ortaklarının çağrısıyla parti hakkında açılan kapatma davası ile Kobane Davası da devam ediyor. Kapatılması ihtimali bulunan HDP seçmeninin AKP-MHP ittifakına oy vermesi akla yatkın gelmiyor. Bunu gören ve siyaset mühendisliğine soyunan blok, HDP’ yi kriminalize etmek için her türlü yol ve yöntemi kullanıyor. Amaç bu parti ile diğer muhalefet arasında aşılamayacak bir duvar inşa etmek.
Kuşku yok ki, 20 yıldır ülkeyi yöneten iktidar ile büyük kısmı artık iktidarın yanında konumlanmış olan medya, algı oluşturma da sınır tanımıyor. Bu nedenle, anayasa çerçevesinde kurulmuş, seçimlere katılmış, TBMM’nin 3. büyük grubuna sahip HDP’yi sürekli terörle ilişkilendirmektedirler.
Ancak iktidar ile yandaş medyanın yoğun çabasına rağmen son günlerdeki bazı gelişmeler, muhalefetin kısmen de olsa iktidarın aralarına koymaya çalıştığı barikatı aşma yönünde adımlar atmaya başladığını gösteriyor. Söz gelimi millet ittifakının adayı olacağı konuşulan Kemal Kılıçdaroğlu’nun, HDP’nin güçlü olduğu Ağrı’yı, ardından 34 köylünün uçaklardan atılan bombalarla öldürüldüğü Roboski’yi, ve Erzurum’u ziyareti önemli hamlelerdir. Nitekim HDP Eş genel Başkanı Mithat Sancar bir konuşmasında, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Roboski’yi ziyaretinin önemli olduğunu ancak yeterli olmadığının, ellerinin güçlenmesi için başka adımların atılması gerektiğinin altını çizmektedir.
Bunun yanı sıra, ittifakın diğer bileşenlerinin her biri kendi programını uygulamakta ve sürekli yurt gezileri yaparak, esnaf ve çiftçi ziyaretleriyle topluma mesaj vermeye çalışmaktadırlar.
Öte yandan, HDP ile iş birliği yaptığı sosyalist sol partiler, yani üçüncü ittifak ve 5 yıla yakın bir zamandır Edirne F tipi Cezaevi’nde tutulan HDP eski eşgenel başkanı Selahattin Demirtaş, yaptıkları açıklamalarla muhalefetin önünü açıyorlar. Başta partinin eşgenel başkanları olmak üzere, HDP adına konuşan ve açıklamalar yapan partinin yetkili kişileri ile cezaevinden açıklamalar yapan, yazılar yazan veya basının sorularını yanıtlayan Selahattin Demirtaş’ın açıklamaları, meselenin adayın kim olacağından çok daha önemli olduğunun gözler önüne seriyor. Bu konuda 2021 yılının Eylül ayında eşgenel başkanlar tarafından açıklanan tutum belgesi, nasıl bir siyaset tarzı izlenmesi gerektiğine dair önemli ipuçları veriyor.
Partinin eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş, birkaç gün önce gazetelerde yayınlanan yazısında, “Seçim tarihi yaklaştıkça ortak adayın kim olabileceği konuşuluyor. Oysa ortak adayın kim olacağından önce, ne olduğunu netleştirmek, ortak aday kim olmalı sorusundan önce ‘Ortak aday nedir?’ sorusunu sormak gerekir.
Ben bu soruyu, aşağıdaki şekilde yanıtlıyorum: Ortak aday bir kişi değil, bir anlayıştır. Tek adamın karşısına çıkacak bir başka tek adam ya da tek kişi değildir. Kolektif aklın sözcüsü, birleşmiş bilincin aktarıcısıdır.
Ortak aday tek bir partinin, tek bir kimliğin, tek bir inancın değil, bütün toplumsal kesimlerin ve farklılıkların bileşkesi, 85 milyonun silüetidir.” diyor. Bu açıklama, asıl tartışılması gereken hususu tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.
Selahattin Demirtaş, çok kısa ve öz açıklaması ile yapılması gerekenleri ortaya koyuyor. Demirtaş, bir başka açıklamasında ise, “Başka Türkiye mümkün” diyerek, bu konuda kendi partisini “iğne-çuvaldız” deyimi ile uyarmaktadır. Nitekim Kemal Kılıçdaroğlu kendisine sorulan bir soruya, “Demirtaş’ın açıklamaları değerli ancak arkası gelmeli” diyerek, iktidarın ördüğü duvarı aşmak için daha fazlasını yapmak gerektiğini ifade ediyor.
Tüm bu gelişme ve açıklamalar, en azından Cumhurbaşkanlığı seçiminde %50+1 çıtasını aşmak için atılacak adımların ivedilikle atılması gerektiğinin önemini ortaya koyuyor.
Evet, Türkiye’nin ihtiyacı tek adamın karşısına başka bir tek adamı çıkarmak değildir. Sadece siyasi partilerin değil, sendikaların, meslek birliklerinin, demokratik kitle örgütlerinin tamamının katılımının sağlandığı buluşmalarla şekillenecek, ilkeleri ve programı belli bir demokrasi bloğunun ortaklaştığı, yani kolektif aklın ortaya çıkardığı bir demokrasi bloğunun ete kemiğe büründürülmesidir!