ALTIN
 3.022,60
DOLAR
 34,3205
STERLİN
44,5531
EURO
 37,4161

 

 

             24 Haziran 2018 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanı ve milletvekili genel seçimlerinden bu yana, dört yılı aşkın bir süredir Türkiye ciddi bir ekonomik dönüşüm yaşıyor.

            Tek adam yönetimine geçilmesinden sonra 3 yıl içinde, Cumhurbaşkanının deyimiyle “Söz dinlemeyen” Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Başkanının (TCMB) 4 kez değiştirilmesi ve ardından para politikalarından sorumlu TCMB’ nin yine Cumhurbaşkanının, “Faiz sebep enflasyon sonuç” açıklaması ile faiz indirimine gitmesinin neticesinde, 2021 yılının ortalarından itibaren Türk Lirası hızla değer kaybetti.

             Liranın diğer paralar karşısında değer kaybetmesi, enerji dâhil birçok ürünü dışarıdan ithal eden Türkiye’de enflasyonun hızla yükselmesini ve ülke nüfusunun emekçi büyük kısmının yoksullaşmasını birlikte getirdi.

              Başta partili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati olmak üzere iktidar sözcüleri bunu Türkiye’ye has yeni ekonomik program olarak açıklarken, ekonomistlerin önemli bir kısmı ile muhalefet yaşananın bir ekonomik kriz olduğunu açıklıyorlar.

             Bence bu iki görüş de yaşananları açıklamakta yetersiz kalıyor. Zira ekonomik görünüm, yaşananın adına kriz demenin pek mantıklı olmadığını gösteriyor.

             Öncelikle Türkiye’nin yaşadığı ekonomik çalkalanmanın adını doğru koymak için son yıllarda ülkenin yaşadıklarını tahlil etmekte yarar var diye düşünüyorum. Çünkü muhalefet ile ekonomistlerin kriz açıklamaları, kapitalist sistemin literatürdeki kriz tanımıyla tam örtüşmüyor.

             Bakın Karl Marx Kapital’de ekonomik krizi nasıl açıklıyor: “Bir fazla üretim krizinden (ekonomik kriz) bahsedebilmek için maddi değerlerin üretimi (sanayi üretimi) arka arkaya birkaç ay veya çeyrek gerilemelidir; büyüme daralmalıdır.” Marx açıklamasına şöyle devamında, “Bir fazla üretim krizinden bahsedebilmek için işletmelerin, fabrikaların, bankaların, başkaca mali kurumların iflas etmeleri, kapanmaları, işçilerin, çalışanların sokağa atılmaları gerekir.” diyor.

               Peki, Türkiye’de böyle bir durgunluk ve daralma var mı? Yok. İşsizlikte kısmen yükselme olsa da bu yükselmenin nedeni, üretim fazlasının yol açtığı durgunluk değil, küçük ölçekli işletmelerin artan maliyetleri karşılayamamalarıdır.

                 Marx bir başka değerlendirmesinde ise, “Ekonomik krizin (fazla üretim krizi) patlak verme yasası ile yoksullaşma yasası aynı değildir; bu yasaların nedenleri birbirinden farklıdır. Dolayısıyla birbirine karıştırılmamalıdır.” diyor. Bence Türkiye’nin yaşadığı, bu teorinin karşılığıdır. Evet, Türkiye geniş kesimlerin yoksullaştırıldığı bir süreci iliklerine kadar yaşıyor.

                 Elbette ben bir ekonomist değilim. Dolayısıyla yaşananı ekonomik verilerle ortaya koymaya çalışmak yerine, bu politikanın uygulanması zeminini hazırlama sürecine değinmeye çalışacağım.

              Buradan hareketle, yaşananların adını doğru koyabilmek için 1980 yılından bugüne gelen bir geçmişi olmakla birlikte, esas itibariyle 2015 yılından bugün ülkenin içinden geçtiği süreci iyi okumak gerekiyor.

                   Daha doğru bir ifadeyle, iktidarın geniş kitlelerin yoksullaşması pahasına sermayeye kaynak aktarmak üzere uyguladığı ekonomi politikasının alt yapısını hazırlama sürecini bilmekte yarar var diye düşünüyorum.

             7 Haziran 2015 milletvekili seçimleri ile 24 Haziran seçimleri arasında yaşananlar aslında gelmekte olanın habercisiydi.

                 7 Haziran seçim sonuçlarının tanınmaması, patlayan bombaların gölgesinde yapılan 1 Kasım 2015 seçimleri, arkasından 15 Temmuz darbe girişimi ve bunun ardından 20 Temmuz 2016 tarihinde Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edilmesi, HDP yönetici ve milletvekillerine yönelik operasyon, AKP-MHP bloğunun dayatması sonucu ülkeyi tek adam yönetimine sürükleyen anayasa değişikliğinin yapılması ve 24 Haziran seçimleriyle yeni yönetim modeline geçiş, hepsi birbirini tamamlayan süreçlerdir.

              Burada üzerinde durulması gereken en önemli husus, anayasa değişikliğini savunanların, “Parlamenter sistemde karar alma süreçleri uzun, Yasama ve Yargı denetim yetkileri ile yürütmeyi frenliyorlar. Dolayısıyla biz bu prangaları ortadan kaldırıp süreci kısaltacağız. Böylece tek adam hızlı karar verecek ve bundan Türkiye kazançlı çıkacak.” gerekçesinin bugün yaşananlardaki payıdır.

               Evet, 24 Haziran 2018 seçimlerinden bu yana yaşananlar ve yapılan uygulamalar, tek adam yönetiminin iktidarın açık ve gizli destekçileri ile kendi dünya görüşünde olan sermayeye çıkar sağlamak üzere birçok alanda kullanıldığını gösteriyor.

               Nitekim Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati bir süre önce bir açıklamasında, “Bizim sistemimiz dar gelirliler hariç, üretici firmaların, ihracatçıların kâr ettikleri sistemdir, çarklar dönüyor.” demişti. Tabii bakan bey, kazanmadığını belirttiği dar gelirlilerin ülke nüfusunun %90’ı; kazanıyor dediğinin ise %10’u olduğunu açıklamıyordu.

              lginç olan ise, “Ben ekonomistim” diyen Cumhurbaşkanının “Faiz neden enflasyon sonuç” diyerek faiz indirttiği Türkiye’de, merkezi yönetim bütçesinde faiz giderlerine ayrılan payın hızla yukarı tırmanmasıdır. Nitekim liberal ekonomist Mahfi Eğilmez birkaç gün önce sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı bir paylaşımda, “2021 yılı bütçesinde faiz giderleri 181 milyar TL oldu.

               2022 yılı bütçesine 240 milyar TL faiz ödeneği konuldu. Bunun yetmeyeceği anlaşıldı 330 milyar TL’ye yükseltildi. Buna KKM (Kur Korumalı Mevduat) fark ödemeleri dâhil değil. Faizi indirdiysek faiz giderleri niye böyle devasa şekilde arttı?” diye soruyor.

               Kriz mi, kaynak transferi mi? Sorusunun cevabını bulmaya dönersek. Bir kere Türkiye dünya genelinde ekonomik daralmanın yaşandığı bu süreçte, 2022 yılının ilk çeyreğinde yüzde 7,5 ve ikinci çeyreğinde ise yüzde 7,6 oranında büyüme oranı açıkladı.

              Açıklanan rakamlara göre ihracat yıllık bazda 250 milyar doların üzerine çıktı. Şimdilerde 300 milyar dolardan bahsediliyor. Partili Cumhurbaşkanı bir konuşmasında, “Bu başarıların elde edilmesinde Türkiye Ekonomi Modeli’nin çok büyük payı vardır.” diyerek yoksuldan al zengine aktar politikasını “Başarılı” diye açıkladı.

                Kuşku yok ki bu sistem, bir tarafın alabildiğine yoksullaştığı buna karşın diğer tarafın aynı oranda sermaye biriktirdiği, yani büyüdüğü “bilinçli bir tercihtir.” Zira sermaye birikimi ve yoksullaşma bir madalyonun iki yüzüdür. Biri olmazsa diğeri olmaz. Dolayısıyla sermaye kazanmaya devam ettikçe, emekçilerin yoksullaşması kaçınılmazdır.

                Elbette bu modelde yoksullaşmanın aracı direkt ücret indirimi, yani ücret rakamının aşağı çekilmesi değildir. Nitekim başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere iktidar sözcüleri, zaman zaman yaptıkları açıklamalarda asgari ücretlileri, çalışanları, emeklileri, enflasyona ezdirmediklerini, hatta ücretleri enflasyonun üstünde arttırdıklarını söyleyerek rakamın büyüdüğünü göstermeye çalışıyorlar. 

                Elbette onların söyledikleri doğruyu yansıtmıyor. Zira burada bahsedilen yoksullaşma, ücretlerin aşağı çekilmesi ya da artırılmaması değil, gelirlerin satın alma gücünün gerilemesidir. Yani insanların günlük yaşamlarında kullandıkları temel mal ve hizmetlerin fiyatlarının ücret artışlarının üstünde artmasının yanı sıra, övünülen büyümeden yeterince pay verilmemesi yoksullaşmanın temel nedenleridir.

              Yoksullaştırılan emekçi kesimlerin, ülkede üretilen Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’dan (GSYİH) yani ülkenin toplam gelirinden pay almamaları yoksullaşmalarına neden olmaktadır.

              Yukarıda kapitalizmde emekçilerin yoksullaşmasının sermayenin kazanması olduğunu belirtmiştim. Bu durum, kapitalist sistemde sınıflar arası uzlaşmaz çelişkidir. Türkiye’de yaşanan tam da budur. Emekçilerin yaşam standartlarının düşmesinin temel nedeni, tüketim maddeleri olan gıda, giyim, barınma, enerji, eğitim sağlık, ulaşım, temizlik gibi ürünlerin fiyatlarının artmasıdır. Kısacası mutlak yoksullaşma, enflasyonla tüketim maddelerinin fiyatının artmasından dolayı, insanların bu ürünlerden daha önce aldıklarından daha azını almalarıdır.

               Öte yandan emekçi katmanların ulusal gelirden aldıkları payın gerilemesi sermaye sınıfının payının artması anlamındadır. Buna baktığımızda ücretlilerin,1991 yılında ulusal gelirden aldıkları pay %37,51 iken bu oran %32’ler seviyesine gerilemiş bulunuyor.

               Aynı dönemde %62,49 olan sermayenin payı ise 68’e tırmanmış durumda. Nitekim bir süre önce yayınlanan uluslararası eşitsizlik endeksinde, Türkiye’de en zengin yüzde birlik kesimin ülkedeki toplam servetin yüzde 41’ini aldığını ortaya koyuyordu.

 

                Tüm bunlar, yaşananın bir ekonomik krizden ziyade bir kaynak transferi olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla, başta, 128 milyar dolar, Merkez Bankası’ndan çıkan milyarlarca doların nerede olduğu sorusu anlamsızlaşıyor. Çünkü bu soruya verecekleri cevap, “Biz bu parayı yatırım yapması için reel sektöre aktardık.” olacaktır.

                Bu cevap, ülkenin yaşadığının özetidir. Bunun üzerine gitmeden, milyarlarca dolar paranın hangi reel sektöre nasıl aktarıldığını açıklığa kavuşturmadan, ülkenin yaşadığının derin bir ekonomik kriz olduğunu söylemek, bu politikanın uygulayıcısı iktidarın, “Dünyada kriz var” argümanını güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

               Bu nedenle, yaşanan ekonomik dalgalanmanın adını doğru koymak, vergi ve enflasyonla yoksuldan toplanan kaynağın zengine aktarıldığını, bunun ise bu ülke nüfusunun %90’nını yoksullaştırdığını yüksek sesle söylemek, hastalığa doğru tanı koymaktır

 

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.