Dün Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanının 99. yıl dönümüydü. Yani bundan 99 yıl önce, Osmanlı İmparatorluğu'nda padişahın tebaası olan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları, halkın kendi kendisini idare şekli olan cumhuriyetle tanıştılar. Elbette yüzyıllar süren bir imparatorluktan çağdaş bir yönetim şekli olan cumhuriyete geçiş önemliydi.
Kurtuluş savaşı şartlarında 1920 yılında TBMM’yi kurarak yola çıkan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” deyimiyle cumhuriyetin olması gereken özelliğini ortaya koymuşlardı.
Evet, TBMM’nin kurulmuş olması, cumhuriyetin temsili demokrasiye dayandırıldığının kanıtıydı. Yani milletin temsili belirli süreler için seçilecek olan vekillerle sağlanacaktı. Ancak uygulamada sıkıntılar hiç eksik olmadı.
Oysa Türk Dil Kurumuna (TDK) göre Cumhuriyet: “Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimidir.” Daha açık bir ifadeyle, cumhuriyet halkın kendi kendisini yönetme biçimidir.
Bu tanıma göre; imparatorluk, padişahlık, sultanlık gibi yönetim biçimlerinde, yöneten toplum ilişkisi yönetenden topluma doğru işlerken, çağımız yönetim şekli olan cumhuriyette halkın çoğunluğunu oluşturan emekçilerden devlete doğru işlemek durumundadır. Böyle bir ilişki biçiminin olmadığı durumda, halkın kendi kendisini yönettiği demokratik bir cumhuriyetten söz etmek olası değildir.
Kuşkusuz halkın gerçek anlamda temsili, onun katılımını esas alan yerel ve merkezi yönetimlerin bizzat halk tarafından veya onun adına görev yapacak yerel ve genel meclis ile yargı organları tarafından denetlendiği, şeffaf, hesap veren yönetim anlayışının hakim olması ile mümkündür.
Bu da yeterli değildir. Yönetenlerin, seçenlerin (seçmenin) iradesinin temsilcisi olan seçilmişlere dokunmaması ve yüz kızartıcı bir suç işlemediği sürece seçilmişin, idarenin veya yargının kararı ile seçildiği görevden uzaklaştırılmaması için gerekli mekanizmalar oluşturulmalıdır.
Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilk çok partili seçimin yapıldığı 1946 yılından günümüze, 76 yıldır demokratik parlamenter sistemi kurumsallaştırmaya çalışan bir ülke olmasına rağmen bu sistemi tam olarak hayata geçirmiş değildir.
Türkiye’de gerçek bir demokrasinin kurulamamasından dolayı, yurttaşlardan gelen demokrasi, barış, eşitlik, adalet ve özgürlük talepleri karşılık bulmuyor ve yurttaşların sahip oldukları temel insan haklarını kullanmak istemeleri, çoğu zaman şiddet ve cezalandırma yöntemleri ile bastırılıyor.
Kısacası, kutsal devlet anlayışı ile “Söz konusu devletse gerisi teferruattır.” bakış açısı demokrasinin gelişmesinin önündeki engeldir.
Tüm bu nedenlerle, Türkiye’de 1946’da çok partili hayata geçildi ise de, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçileri temsil edecek sosyalist partiler ile etnik yapılanmalar hep tehdit olarak gösterildi ve baskı altında tutuldular.
1980 sonrasında ise; bu baskıcı yöntem terörle mücadele adı altında iktidarlar ile onların emrindeki kolluk ile yargının suiistimallerine olanak sağlayan, yoruma açık, esnek düzenlemelerle devam ettirildi. Böylece merkezin hemen sağında ve solunda, birbirine yakın siyaset yapan pek çok partinin katıldığı seçimlerin yapılmış olması, tek başına halk iradesinin tecellisini sağlayamadı.
Kuşkusuz halkın gerçek temsilcilerinin engellenmesi ve siyasetin her ne koşulda olursa olsun devleti kutsayan siyasi yapıların hegemonyasında olması, halkla devlet arasında aşılamayan duvarlar örülmesine yol açtı ve halk devletin içinde yaşananları öğrenemedi.
Öte yandan, Türkiye toplumu iktidar bloğunun getirdiği tek adam yönetimi ile tam demokratik olmasa da 76 yıldır uygulanmaya çalışılan defolu demokrasiden bile mahrum kaldı. Yeni sistemle demokrasinin olmazsa olmazı olan kuvvetler ayrılığı ilkesi yok edildi.
Ülke, yürütme, yasama ve yargının tüm yetkilerinin tek kişide toplandığı, parlamentonun işlevsizleştirildiği, evrensel hukuk normlarının uygulanmadığı, yargı bağımsızlığının yok edildiği bir süreci yaşıyor.
Yargı muhalefeti susturma aracına dönüştürüldüğü için bugünlerde TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancıya yapıldığı gibi, seçilmiş siyasetçiler, gazeteciler, aydınlar, gerçekleri söyleyen bilim insanları, öğrenciler dahil, düşüncesini söyleyen, yazan herkes gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, iddianame olmadan aylarca hatta yıllarca cezaevinde tutuluyor.
Anayasanın teminatı altında olan basın özgürlüğü dolayısıyla halkın haber alma hakkı, muhalif yazılı ve görsel medya için yok edilirken, yandaş, hatta iktidarın kontrolündeki devlet medyası, gerçekleri çarpıtmaya ve gerçek dışı haberlerle insanları peşinen suçlu ilan etmeye devam ediyor.
Düşünce ve düşünceyi uygun araçlarla yayma, toplantı, gösteri, yürüyüş, örgütlenme, toplu pazarlık, grev gibi temel hakların kullandırılmaması gibi birçok hak ihlali yaşanıyor. Bu ihlallerin tamamını burada yazmaya ne zamanımız ne de yerimiz yeter.
Aslında bu ülkede yaşayan, az çok okuyan, okuduğunu anlayan herkes neler yaşandığının bilincinde. Bu nedenle, iktidarın yaptıklarından ziyade muhalefetin yapması gerekenler üzerine yoğunlaşmak gerekiyor diye düşünüyorum.
Tüm bu gerçeklerden hareketle, muhalefetin bir an önce kendi programı ile ortaya çıkması gerekiyor. Bu programda öncelikli konu güçlü parlamenter sisteme dönüş olsa da, kuşku yok ki bu ülkenin devasa sorunlarını geçmişin benzeri bir parlamenter sistem çözemez.
O zaman yapılması gereken halkın katılımını esas alan, güçlü yerel demokrasi ile desteklenmiş, yüz kızartıcı suç işlemediği sürece seçenin iradesinin temsilcisi seçilmişe dokunulmayan, âmâsız, fakatsız çağdaş demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile oturtulacağı, geri dönüşü olmayacak şekilde taahhüt edilen demokrasidir.
Adı cumhuriyet olan sistemin demokrasi ile taçlandırılması, yani cumhuriyetin demokratik cumhuriyete evirilmesi ilk hedef olmalıdır.
Kuşkusuz cumhuriyetin demokrasi ile taçlandırılması ile yetinilmemeli; cumhuriyetin ilanından bugüne kadar devletle yurttaşı karşı karşıya getiren ve acılar yaşanmasına yol açan tüm uygulamalar derhal terk edilmeli.
Yani yurttaşı etnik kimliğinden, din ve mezhep farklılığından, siyasi ve felsefi düşüncesinden, giyiminden, kuşamından, dilinden, sınıfsal konumundan dolayı cezalandırmanın sebep olduğu mağduriyetler giderilmelidir. Unutulmamalıdır ki, devletle yurttaşın barışması, geçmişin tüm acı olaylarının masaya yatırılması ve geçmişle yüzleş ilmesi ile mümkündür. Bireysel ve toplumsal haklar anayasa ve yaslarla teminat altına alınmalıdır.
Düşünme, düşünceyi yayma özgürlüklerinin kullanımının yasaklanmasına son verilmeli, düşüncesinden dolayı cezaevinde bulunan herkes derhal serbest bırakılmalıdır. Toplumun tüm kesimlerinin örgütlenmesini engelleyen düzenlemeler mevzuattan çıkarılmalı, yürütmeyi denetleyen güçlü bir örgütlü yapının sağlanması hedef olmalıdır.
Devletin temelinin adalet olduğu ilkesi yaşama geçirilmeli, tüm yurttaşların ülkenin eşit yurttaşları oldukları kendilerine hissettirilmelidir. Üretimi esas alan, üretimin sağladığı değerin adil paylaşıldığı bir ekonomik yapı ve onu denetleyen mekanizmalar mutlak suretle hayata geçirilmelidir.
İçerde ve dışarıda barışı tesis etmek hedef olmalıdır. Başta komşular olmak üzere, tüm ülkelerle karşılıklı saygı çerçevesinde, içişlerine karışmaktan kaçınacak şekilde barış içinde yaşmak hedef olmalıdır.
Temel insan haklarından olan, her insanın kendisi ve ailesinin geçimini sağlayacak gelire ulaşması hakkı teminat altına alınmalı, işsizlikle mücadele için ciddi bir programla ortaya konmalıdır. Kimsesiz, sakat, hasta, yardıma muhtaç insanlar devletçe korunmalı, dezavantajlı kesimlerin korunması için sosyal devlet ivedilikle hayata geçirilmeli ve gerekli gelir desteğini sağlayacak sigorta sistemi oluşturulmalıdır.
Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi temel haklar devlet tarafından parasız ve eşit olarak herkese verilmelidir. Çevre sağlığına özen gösterilmeli, insan sağlığını ve doğal yaşamı tehdit eden yatırımlardan uzak durulmalıdır. Bu anlamda bilimsel çalışmalar hızlandırılmalı, bilimin yol göstericiliğinde, deprem başta olmak üzere, insanları doğa olaylarından koruyacak tedbirler ivedilikle hayata geçirilmelidir.
Çalışanların, emeklilerin, gençlerin, çiftçilerin örgütlenmelerinin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Erkek egemen zihniyete son verilmeli, kadın erkek eşitliği laftan ibaret olmaktan çıkarılmalıdır. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyanın avantajları kullanılmalı, tarım ve hayvancılıkta kendi kendine yetecek potansiyelini ortaya çıkaracak teşviklerle dışa bağımlılığa son verilmelidir.
Tüm bu konu başlıklarını içeren bir demokrasi programı, bu ülkede demokrasiyi, özgürlüğü, adaleti, eşit yurttaşlığı ve barışı tesis etmenin ve birlikte yaşamın olmazsa olmazıdır. Kısacası tüm bunlar, cumhuriyetin içini demokrasi ile dolduracak ve demokratik cumhuriyete evirilmesini sağlayacaktır.
Hiç şüphesiz tüm bunları, demokrasiyi araç olarak gören ve geçmişin defolu demokrasisini bile bu topluma çok görerek tek adam yönetimini bu ülkeye dayatan iktidarın yapmayacağı gayet açıktır.
O zaman şimdi hep beraber güçlü bir şekilde muhalefete, "Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmaya var mısınız? Varsanız, âmâlarla, fakatlarla veya iktidar eleştirisi ile zaman kaybetmeden, derhâl projeniz ve programınızla karşımıza gelmenizi bekliyoruz!" demenin zamanıdır. Unutulmamalıdır ki; cumhuriyeti cumhuriyet yapan, onun demokratik olmasıdır!