ALTIN
 3.022,60
DOLAR
 34,3205
STERLİN
44,5531
EURO
 37,4161

 

 

              Kapitalizmin üretim biçimi olarak kendisini kabul ettirmesiyle birlikte, feodal yönetim biçiminin yerini burjuva demokrasisi aldı ve dünyanın önemli bir kısmında bu yönetim biçimi uygulanmaya başlandı.

               Öte yandan sınıflı üretim biçimi kapitalizmde, iki ana sınıf arasındaki birinin kazanmasının diğerinin kaybetmesi olan uzlaşmaz çelişkinin derinleşmesi, siyaseten ayrışmaya yol açtı ve burjuvazinin hâkim olduğu yönetim biçimini reddeden sosyalist düşünce işçi sınıfı içinde kök salmaya başladı.

             Bu nedenle, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ve 20. yüzyıl boyunca, siyasi yapılar ideolojik olarak yakın oldukları sınıfın iktidarını tesis edecek program ve tüzükleri ile kitlelerin karşısına çıktılar. Yani, sınıf eksenli ideolojik bakış açısı siyasete yön veriyordu.

             Ancak, 1980’li yıllardan itibaren kapitalizmin yeni ekonomik modeli neo liberalizmin uygulanmaya konması ve 1990’lı yıllarda reel sosyalizmin geri çekilmesiyle birlikte, burjuva demokrasisi ile yönetilen devletlerin bünyesine monte edilmiş olan sosyal devlet ile onun uygulama aracı sosyal güvenlik sistemi tasfiye edildi.

               Bu da yetmedi, insanların sahip oldukları sağlık, eğitim gibi temel haklar devletin görevi olmaktan çıkarıldı. Kısacası burjuva demokrasisi önceki yıllarda sosyalist düşüncenin baskısından dolayı işçi sınıfı ile ezilenler lehine bünyesine monte ettiği düzenlemeleri tasfiye etti. Bu nedenle, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren ülke yönetimlerinde popülizm öne çıktı ve pragmatist (faydacı) liderlere dayanan siyaset biçimi hakim oldu.

               Elbette bundan yaşadığımız ülke Türkiye de etkilendi ve 1980’lerden itibaren bu tip siyaset tarzı benimsedi. Sanıyorum bu yönetim tarzını daha iyi anlayabilmek için pragmatizmin ne anlama geldiğini irdelemekte yarar var.

               Pragmatizm, gerçeğin temel ölçütünün pratik değerler olduğunu savunan felsefi bir yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre doğruluğun tek ölçütü var, o da yarar/faydadır. Bu kapsamda herhangi bir şeyin değeri onunla elde edilecek fayda ile eşdeğerdir.

               Bu kelimenin Türkçe anlamı ise faydacı ya da yararcı olarak kabul edilmektedir. Evet, son 30-40 yıldır Türkiye, her şeye genelde kendisini iktidar yapan ve iktidarda tutacak olan burjuvazinin, özelde ise kendisi ile başında bulunduğu siyasi partiye sağlayacağı fayda penceresinden bakan, dolayısıyla günübirlik politikalar belirleyen ve bugün söylediğinin veya yaptığının yarın tersini söyleyip yapmakta sıkıntı duymayan pragmatist siyaset tarzını benimseyen liderler tarafından yönetilmektedir.  

               Bence günümüz Türkiye’si bu siyaset tarzı için tam bir turnusoldür. Zira 20 yıldır ülkeyi yöneten AKP ile lideri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, bu 20 yılda gerek iç politikada gerekse dış politikada buna dair örnek gösterilecek sayısız adım attıklarına bu ülkede yaşayan her yurttaş şahittir.

               Kuşkusuz bunu en çok mevcut iktidar karşısında konumlanan siyasetin yani muhalefetin bilmesi ve buna göre pozisyon alıp, politika üretmesi gerekir. Ne yazık ki sistem içi siyasetin buna uygun davrandığını söylemek pek olası değil.

               Zira asgari düzeyde burjuva demokrasisinin araçlarını ortadan kaldırmış ve tek adam yönetimini getirmiş iktidarın söylediklerinin ve yaptıklarının önemli bir kısmını, kendi düşüncelerine yakın bulduğu için destekliyor.

               Sadece desteklemekle kalmıyor, zaman zaman onun, insanları veya kurumsal yapıları hedef alan, onları ötekileştiren söylemlerinin ötesine geçiyor ve daha ağır söylemlerde bulunuyor.

               Maalesef buna dair en bariz örneği, yukarıda belirttiğim siyaset tarzı ile ülkeyi yöneten iktidarın, hazırladığı anayasa değişiklik paketine destek vermeleri için TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerin grup başkanvekillerini ziyareti sürecinde gördük.

                Kuşkusuz bu ziyaret turunu ilginç kılan ve tartışmalara yol açan, iktidarın bir yandan hakkında Anayasa Mahkemesi’nde kapatma davası açtırdığı, diğer yandan Kobane olayları davası ile kıskaca alarak demokratik siyaset yapma olanağını ortadan kaldırmaya çalıştığı, en üstten en alta binlerce üyesini cezaevlerine doldurduğu HDP ile görüşmesiydi.

 

 

            İlginç değil mi? Yıllardır HDP’ yi şeytanlaştırıp siyasetin dışına atmaya çalışan AKP, bu partinin kapısını çalmıştı. Aslında yukarıda açıkladığım siyaset tarzı ile siyaset yapan bir iktidarın, bu ani dönüşüne şaşırmamak gerekir.

             Ancak gelin görün ki, bunu görebilecek öngörüden yoksun muhalefet, kısmen iktidarın HDP’ yi kriminalize etme siyasetinin baskısı kısmen de devleti kutsayan kendi anlayışından dolayı yan yana görünmekten imtina ettiği, birlikte olmayacağına dair yemin billah ettiği HDP ile görüşülmesinden dolayı kendisini boşlukta hissetti ve “Nasıl yaparsın?” şeklindeki açıklamalara yöneldi.

              Özellikle ülkeye demokrasi getireceğiz vaadi ile yola çıkmış olan Millet İttifakı bileşeni, daha önce “HDP’ nin olduğu masada biz asla olmayız” diyen İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in “Açılımcılar Kumpanyası” demesinin, iddialı olduğu demokrasinin bu ülkeye getirilmesi hususunda ileride HDP’ nin kapısını çalmasından başka seçeneğinin olmadığı öngörüsüne sahip olmadığının göstergesidir.

             Zira HDP veya başka herhangi bir siyasi parti ve yapıyla görüşülmediği sürece, getirilecek olan sistem adı demokrasi olsa da içerik olarak gerçek bir demokrasi olmayacaktır. Keşke muhalefet AKP’ye “Niye görüşüyorsun?” demek yerine, “Bugüne kadar neden görüşmedin ve neden bizim HDP ile görüştüğümüzü söyleyip bir de bizi terörle iş birliği içinde olmakla suçladın?” diye hesap sorabilseydi.

               Ancak görünen o ki, başta Sayın Akşener olmak üzere muhalefetin önemli bir kısmı, AKP’nin bu taktiksel ziyaretine aşırı anlam yüklüyor ve acaba bunun arkasından seçim ittifakı mı geliyor diye öküzün altında buzağı arıyorlar.

               Bunu yapacaklarına AKP’nin böyle bir girişimde bulunabileceği öngörüsüyle, bugüne kadar aralarına mesafe koydukları HDP ile yan yana gelmeleri, iddialı oldukları demokrasi konusunda samimi olduklarının göstergesi olurdu. Zira HDP 2021 yılında açıkladığı “Tutum Belgesi” ile bunu çok açık ortaya koymuş bir partidir.

               Ne yazık ki, muhalefet bu görüşmeden pay çıkararak meşru ve demokratik siyasetin temsilcisi HDP ile hızlı bir görüşme trafiği başlatacağına, bunu AKP’yi yıpratma ve üstü kapalı şekilde yine HDP’ yi  kriminalize etme furyasına dönüştürmeyi tercih etmek gibi bir yanlışlığa düştü. 

             Tüm bunlara rağmen Edirne cezaevinden yükselen bir ses “Ya hep ya hiç. Ya tam demokrasi ya tam faşizm.” demekten geri durmadı. Evet, bu sözler Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) derhal serbest bırakılması gerektiği yönündeki kararına rağmen, 6 yıldır Edirne yüksek güvenlikli F tipi cezaevinde tutulan Halkların Demokratik Partisi (HDP) önceki Eş genel Başkanı Sayın Selahattin Demirtaş’a ait.

             Kuşku yok ki bu sözler, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu çok doğru biçimde tanımlıyor.  Zira Türkiye hızla bir seçime gidiyor ve bu seçim ülkenin geleceğinin belirlenmesinde büyük öneme sahiptir. Ne eksik ne fazla, Sayın Demir taş’ın dediği gibi, bu seçimde sandıktan ya tam bir demokrasi çıkacak ya da gittikçe otoriterleşen tek adam yönetiminin kurumsallaşmasını tamamlayacağı bir sonuç çıkacak.

               Elbette seçmen bu tercihi yaparken, kendisine sunulan program ve projelere bakacak ve önüne gelen alternatiflerden kendisine yakın olanını seçecektir. Kuşkusuz seçmenin tercihini belirleyecek en önemli unsurlardan biri güvendir. Yani seçime katılan aday parti ve partilerden oluşan bloğun seçmene vereceği güven önemli bir belirleyen olacaktır.

              Bu nedenle, her şeye tek kişinin karar verdiği mevcut sistemi topluma onaylatmayı hedefleyen Cumhur İttifak’ının karşısında yer alan ve demokratik parlamenter sisteme geçmeye dair program çalışmalarını sürdüren ittifak veya ittifakların aşacakları ilk sorun güven sorunudur.

               Elbette güven derken, sadece kendi aralarındaki güvenden söz etmiyorum, en geniş biçimiyle ittifak içinde yer alan almayan siyasi partilerin ve oluşumların, kitle tabanlarına verecekleri güvenin seçimin kazanılmasında payı büyük olacaktır.

                 Çünkü Türkiye, iktidar bloğunun, adına Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi dediği, dünya literatüründe eşi benzeri olmayan tek adam yönetiminden dolayı çok ciddi sorunlar yaşıyor. Ekonomi çöküşte, siyaset çözüm üretmekte yetersiz, parlamento ile yargı devre dışı, denetim yapılamıyor. Bakanlar Cumhurbaşkanı’ndan talimat alan bürokratlar seviyesine indirgendi. Başta Merkez Bankası (MB), bağımsız devlet kurumları Cumhurbaşkanı’nın müdahalesinden dolayı kendilerini baskı altında hissettikleri için işlevlerini yerine getiremiyorlar.

              Evet, bu ülke ciddi problemlerle karşı karşıya ve yoksul halkın çözüm bekleyen önemli sorunları var. Ülke ekonomik ve siyasi olarak dibe vurmuş durumda. Hiç kimse 6 yıldır Edirne Kapalı Cezaevi’nde tutulan Selahattin Demirtaş’ın “36 ay taksitle banka kredisiyle kaban satılıyor” şeklindeki tespitini yok sayamaz.

              Hiç kimse kırmızıçizgilerim var diyerek, ön yargılarla hareket etme lüksüne sahip değildir. Ya tam demokratik bir ülkede barış içinde birlikte yaşamanın gururunu yaşayacağız ya da faşizme teslim olacağız. Maalesef bunun ortası yok!

 

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.