Birkaç gün önce dostum, Enfeksiyon Hastalıkları ve Kinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Mustafa Torun’un İLKSES TV kanalında sunuculuğunu yaptığı “SAĞLIK HAKTIR” programında, konuğu İzmir Tabip Odası Başkanı Dr. Süleyman Kaynak ile yakında açılması planlanan İzmir Şehir Hastanesini konuşup, şehir hastaneleri projesi ve iktidarın genel sağlık politikasına dair değerlendirmelerde bulundukları programı izledim.
Buradan hareketle “Şehir Hastaneleri Gerçeği” ile ilgili bir yazmaya karar verdim. Çünkü 20 yıllık AKP iktidarının uygulamaya koyduğu “Sağlıkta Dönüşüm” programı sağlığı hak olmaktan çıkarıp ticari meta haline getirdi. Bu nedenle bilinen ve bilinmeyen tüm yönleriyle bu programın topluma anlatılmasına ihtiyaç var.
Ancak AKP’nin sağlıkta dönüşüm programını doğru okuyabilmek için öncelikle eski sağlık sistemine kısaca bir göz atmak gerekir.
1960 ihtilalının ardından Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığına getirilen, Prof. Dr. Nusret Fişek öncülüğünde, sağlıkta sosyalizasyonu sağlamayı amaçlayan bir kanun teklifi hazırlanır. Amacı sağlık hizmetini en yaygın şekilde, en ücra köşelerde kalmış yerleşim birimlerine ulaştırmak, herkese eşit ve parasız hizmet verilmesini sağlamak olan bu kanun teklifi daha sonra ismindeki “Sosyalizasyon” kelimesi “Sosyalleştirme” olarak değiştirilerek kanunlaşır.
Böylece 224 sayılı “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun” 12.01.1961 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girer. Kanununun girişinde, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde bir hak olarak tanınan sağlık hizmetlerinden faydalanmanın sosyal adalete uygun bir şekilde ifasını sağlamak maksadı ile tababet ve tababetle ilgili hizmetler bu kanun çerçevesinde hazırlanacak bir program dâhilinde sosyalleştirilecektir.” dendikten sonra, sağlık şu şekilde tarif edilmektedir: “Sağlık, yalnız hastalık ve maluliyetin yokluğu olmayıp bedenen, ruhen ve sosyal bakımdan tam bir iyilik hâlidir.”
Sağlığın bu tanımının ardından sağlık hizmetleri tanımlanır: “Sağlık hizmetleri, insan sağlığına zarar veren çeşitli faktörlerin yok edilmesi ve toplumun bu faktörlerin tesirinden korunması, hastaların tedavi edilmesi, bedenî ve ruhi kabiliyet ve melekeleri azalmış olanların işe alıştırılması (Rehabilitasyon) için yapılan tıbbi faaliyetler toplamıdır.” Bu sistemin en önemli özelliği koruyucu hekimliğin öne çıkarılmasıdır.
Sistem ayrıca hastalıklara yol açan çevresel faktörlerin tespit edilip ortadan kaldırılması, aşılama, gebe ve emzikli kadınlar ile bebeklerin takibi gibi hizmetlerle insanların hastalanmamalarının sağlanmaya çalışılmasını esas almaktaydı.
Sistem tüm bu hizmetleri en yaygın şekilde halka ulaştırmak üzere; köylerde sağlık evleri, belde ve kasabalarda sağlık ocakları, kent merkezlerinde ise hastane şeklinde ülke geneline yayılan bir teşkilat şemasıyla hizmet vermeyi amaçlamıştı.
Bu önemli sağlık sisteminin, 1978 yılında Kazakistan’ın Alma Ata kentinde yapılan Dünya Sağlık Örgütü Konferansında, sistemin mimarı Prof. Dr. Nusret Fişek’in yoğun çabası ve sunumu ile “Temel Sağlık Hizmetleri” programı olarak dünya genelinde uygulanması kabul edildi. Elbette Nusret Hoca bu çalışmada yalnız değildi.
Zira bu günlerde iktidar bloğunun hedefinde olsa da; 6023 sayılı kanunla, 1953 yılında kamu yararına çalışan anayasal bir meslek örgütü olarak kurulmuş olan Türk Tabipler Birliği de (TTB) kendisine destek vermişti.
2002 yılının Kasım ayında iktidar olan AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2003 yılının ilk aylarında partisinin hedeflerine ilişkin yaptığı bir açıklamada, “Sağlık ve sosyal güvenlikte reform yapacağız, bundan sonra her vatandaş sadece T.C. kimlik numarasını göstererek, her hastaneye gidebilecek.” açıklamasında bulunmuştu.
Böylece AKP iktidarı döneminde birçok alanda olduğu gibi sağlık alanında da kamu-özel iş birliği ile “Şehir Hastaneleri” projesinin hazırlıkları başlamış oldu. Arsası bedelsiz olarak devlet tarafından özel şirketlere tahsis edilen ve yandaş şirketlere yaptırılan sözde hastaneler, hem devlete hem de yurttaşa para tuzaklarıyla dolu.
AKP’nin gözdesi firmalar zengin edilirken, hastalar ve devlet soyulmakta, ağır iş yükü altında kalan sağlık emekçileri ise alabildiğine sömürülmektedirler.
Şehir hastaneleri, kamudan özele kaynak aktarımı üzerine kurulu bir sistemdir. Zira bu hastanelere %70 oranında doluluk garantisi verilmekte, gün içinde hasta sayısının ve hastane kapasitesinin %70’inin altında kalması durumunda, eksik kalan her bir hasta için devlet tarafından şirkete vergilerimizden ödeme yapılmaktadır.
Örneğin 2000 yataklı bir şehir hastanesinde günlük 1400 hasta yatmıyorsa, devlet eksik kalan her bir hasta için ekstra para ödeyecektir. Ayrıca hastane binaları devletin olmadığı için Sağlık Bakanlığı şirkete 25 yıl boyunca kira ödeyecek ve binaların bakım onarımlarını da üstlenecektir.
Öte yandan, bu hastaneleri savunanların savunma gerekçelerinin başında gelen yatak sayısının artacağı gerekçesi ise asla gerçekçi değildir. Çünkü her bir şehir hastanesinin işletmeye alındığı kentte, içinde kadın hastalıkları ve doğum hastanesi, çocuk hastanesi, göz hastanesi, yüksek ihtisas hastanesi gibi özel ihtisas isteyen hastanelerin de bulunduğu devlet hastaneleri kapatılmaktadır. Dolayısıyla, yatak sayısının artması hayaldir.
Hastanecilikte iyi sağlık hizmeti verebilmenin kriteri, hastanenin en çok 600 yatak kapasitesine sahip olmasıdır. Ancak şehir hastaneleri 2000-2500 yatak kapasiteli yapılmaktadır. Yapılan araştırmalar, maliyetler artsın diye hastane binalarının olması gerekenden büyük yapıldığını ortaya koymaktadır.
Örneğin yatak başına 350 metre kare alan düştüğüne dair tespitler var ki bu korkunç bir israftır. Büyük devasa kompleksler şeklinde inşa edilen hastanelerde; üniteden üniteye geçişte yaşanan zaman kaybı, acil durumlarda risklere yol açıyor ve hekimler ile sağlık destek personelinin daha geniş alanda hizmet sunmak zorunda kalarak kapasitelerinin üstünde efor sarf etmelerine neden oluyor.
Hâlbuki sağlıkta kural, hasta ve çalışanı yormayacak şekilde, mümkün olduğu kadar dar alanda, organize olmuş ekiple hizmet verilmesidir.
Başlangıçta 33 olarak açıklanan Şehir Hastanesi sayısının şimdilik 18’le sınırlandırıldığı görülüyor. Birçoğu açılmış olan bu hastanelerden yapımı devam eden İzmir Şehir Hastanesi’nin de yakında açılacağı açıklanıyor.
Bu hastaneler için Sağlık Bakanlığı bütçesinin yaklaşık %20’sinden fazlası ayrılmış bulunuyor. Yani bu hastanelerle Sağlık Bakanlığı bütçesi gelecek 25 yıllık dönem için ipotek altına alınmış bulunuyor.
Öte yandan şehir hastanelerini üstlenen firmalarla yapılan sözleşmelerin halka açık olmaması, halkın vekili milletvekillerinin sözleşmelerle ilgili bilgi almak üzere verdikleri soru önergelerinin, sözleşmelerin TİCARİ SIR kapsamında olmasından dolayı bilgi verilemeyeceği şeklinde cevaplandırılması kabul edilebilir bir gerekçe değildir.
Çünkü sözleşmenin bir tarafı millet adına kamudur ve kamunun yaptığı sözleşmeler hakkında millet adına görev yapan yasama ile yargıya bilgi verme zorunluluğu vardır.
Şehir hastanelerinin şehir dışında inşa edilmeleri, gerek hastaların gerekse personelin ulaşımında büyük sıkıntılar yaşanmasına yol açmaktadır.
Asıl ilginç olan ise “Yerli ve Milli” olmakla övünen iktidarın şirketlerle yaptığı sözleşmelerde, projenin uygulanması aşamasında çıkacak uyuşmazlıklarda ulusal yargıyı değil İngiliz mahkemelerini yetkili kılmasıdır.
Kuşku yok ki böylesine büyük yatırımlar planlanırken, kentte yaşayanları temsil eden kuruluşlar ile sivil toplum örgütlerinin paydaş olarak kabul edilmeleri ve onların fikirlerinin alınması önemlidir. Ancak şehir hastanelerinin yapıldığı hiçbir kentte bu katılım sağlanmamış ve bu devasa projeler “Ben yaptım, oldu” mantığı ile tepeden inme kentlere dayatıldığı gibi, yıllardır hizmet veren kent merkezlerindeki hastaneler kapatılarak halk şehir hastanelerine mecbur bırakılmıştır.
Dünya Bankası ile IMF 1980’li yıllardan bu yana Türkiye de dahil, dünya ülkelerinin sağlık sisteminin özelleştirilmesini tavsiye etmekte ve kredi verdiği ülkelere bunu dayatmaktadır. Bu yapılırken ileri sürülen gerekçe ise kamunun sağlık sistemini yürütemeyeceğidir.
Bu ön kabulle adı geçen uluslararası finans kuruluşlarının ülkelere kamu özel iş birliğini tavsiye etmeleri üzerine, sistem İngiltere’de bir süre uygulandıktan sonra İngiltere Tabip Odası önerisi ile uygulamadan kaldırılmıştır.
Şehir hastanelerinin imarında, buralarda çalışan personel gözetilmediği için hekimler ile sağlık çalışanlarına dinlenme yerleri tahsis edilmediği gibi, binlerce kadın çalışanın bulunduğu devasa hastane komplekslerinde kreş bulunmamaktadır.
Yukarıda değindiğim gibi, şehir hastaneleri kamu-özel ortaklığı modeliyle yapılıyor. Ancak bu modelle yapılan hastane binaları sadece kiralanmıyor, aynı zamanda burada verilen kamu hizmetleri tamamen veya kısmen özelleştiriliyor.
Çünkü hastane kompleksini yapan şirketler aldıkları kiradan değil verdikleri hizmetlerden para kazanıyorlar. Bu projenin devlete yüklediği bir başka maliyet ise, şirketlerin hastane yapımı için kullandıkları dış kredilerin yüksek faizleridir.
Hâlbuki devlet bu binaları kendisi daha düşük faizli kredilerle yapabilirdi. Maalesef bu yapılmadı ve maliyetler yükseldi. Elbette tüm bunlar devlet ile yurttaşa ek maliyet olarak yansımaktadır.
Otelcilik hizmetlerinin ön plana çıkarılması, acil, ameliyathane, yoğun bakımlar ile kliniklerde sağlık hizmeti sunumunda sıkıntılar yaşanmasına yol açıyor. Hastanelerin şehirlerin kilometrelerce dışında yapılmaları çalışanlar ile hastaların ulaşım sıkıntısı yaşamalarına neden olurken, laboratuar ve görüntüleme, fizik tedavi, rehabilitasyon, radyoloji, radyasyon onkolojisi, patoloji gibi hizmetler de yüklenici şirketlerce yürütülmekte ve belli bir bedel karşılığı bakanlığa satılmaktadır.
Ayrıca hastane içinde ve çerçevesinde yapılacak kafeterya, yemekhane, kreş, servis, otel, otopark, temizlik, diyetisyenlik, hastane bilgi yönetim sistemini de şirketler işletmekteler.
İşte Erdoğan’ın “En büyük hayalim” diyerek övündüğü, baştan sona para tuzağı üzerine kurulu, “Sağlık Sistemi ve Şehir Hastaneleri” gerçeği. Tüm bunlardan sonra size söyleyeceğim şey, devasa kompleksler şeklinde inşa edilmiş olan şehir hastanelerine yolunuzun düşmemesi için kendinize iyi bakmanız ve sağlıklı yaşayıp sağlıklı kalmanızdır!