31 Mart 2019 tarihinde yapılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin iptali üzerine, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu arasında yaşanan polemikte iki tarafın birbirlerine “ahmak” demeleri, normal şartlarda iki siyasetçinin birbirlerine yönelttikleri sert eleştiri olarak kabul edilir.
Ancak Türkiye, son yıllarda diğer birçok alanda olduğu gibi siyasetin de normal mecrasında yapılmadığı bir ülkedir. Önceki birçok yazımda iktidar ile yandaşlarının ve iktidarın yanında konumlanmış yargının muhalefet sözcüleri ile iktidarı eleştiren bireylerin söylediklerini niyet okumaya tabi tuttuklarını ve içinden cımbızla laf çekerek insanları hedef haline getirip yargı eliyle cezalandırıldıklarını yazmıştım.
Maalesef iktidar ve yandaşlarının bu yönteminin son kurbanı, kendisine “ahmak” diyen İçişleri Bakanına karşılık olarak, “Ahmak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı Seçimini iptal ettirenlerdir.” diyen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu oldu.
Çünkü İmamoğlu’nun kendisine “ahmak” diyen Soylu’ ya verdiği bu cevap, Yüksek Seçim Kurulu üyelerine hakaret olduğu iddiası ile yargıya taşındı ve 3 yıl süren yargılama sürecinin sonunda İmamoğlu’na siyasi yasak içerecek şekilde 2 yıl 7 ay 15 gün ceza verildi.
Kuşku yok ki İmamoğlu’na verilen bu ceza, demokratik yarış koşullarını ortadan kaldırmış olan ve iktidar olmanın avantajı ile devletin tüm olanaklarını kullanan iktidarı sandıkta yenmiş olmasının bedelinden başka bir şey değildir. Zira CHP’nin İstanbul seçimini kazanmasının bir diğer mimarı İstanbul İl Başkanı Dr. Canan Kaftancıoğlu da önceki yıllarda attığı Twitler gerekçe gösterilerek aynı şekilde cezalandırıldı ve siyasi yasaklı haline getirildi.
Bu ülkede yaşayan, demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne inanan her insanın, vicdanını yaralayan bu hukuksuzluğu ve verilen cezayı kabul etmesi mümkün değildir. Zira hukuki hiçbir temeli olmayan, baştan sona siyasi olan bir süreç yaşanmış ve yargıç değişikliği dâhil birçok hukuksuzlukla zorlama bir ceza verilmiştir.
Dolayısıyla iktidarın siyasi rakiplerini yargı eliyle bertaraf etmesine karşı çıkmak, demokrasiyi ve bağımsız hukuku savunmak, asgari düzeyde demokrat olmanın gereğidir.
Elbette bu ülke bugünlere bir günde gelmedi. Hatırlarsınız daha önce birçok yazımda, 99 yıl önce kurulmuş olup, 1946’dan 2022 yılına 76 yıllık demokrasi macerası olan Türkiye’nin hiçbir zaman kutsal devlet anlayışını aşamadığını ve tam olarak demokratikleşemediğini yazmıştım.
Demokratikleşemeyen Türkiye’de yargı bağımsızlığı da hiçbir zaman sağlanamadı ve hukuksuzluk sürekli hale geldi. Zira yargı bir yandan kendisini “Kutsal Devleti” korumakla görevli görürken, diğer yandan günün iktidarının politikalarını uygulama aracı olarak kullanıldı. Ne yazık ki, 2002 yılında bu hukuksuzluğa karşıymış görüntüsü ile iktidar olan AKP döneminde hukuksuzluk katlanarak devam etti.
İktidar olduğu günden itibaren yargı ile sorun yaşayan ve karşı karşıya kaldığı kapatma davasından kıl payı sıyrılan AKP, yargı erkini eline geçirmek üzere 2010 yılında hazırladığı anayasa değişiklik paketini meclisten referanduma götürecek sayı ile geçirdi. İktidar, bu mini anayasa değişiklik paketini, içine attığı kırıntı demokratik düzenlemelerin avantajı ile 12 Eylül 2010 anayasa referandumunda halka kabul ettirdi.
Asıl hedefi yargı erki üzerinde hâkimiyet kurmak olan bu anayasa değişikliğinin hemen ardından, iktidarının başından itibaren ittifak yaptığı paralel yapıyla kavgaya tutuşan AKP, zaman içinde paralel yapıyı tasfiye etti ve yargıya hâkim olarak yargıyı muhaliflerini baskı altına almak üzere dizayn etti.
Bununla da kalmadı, özellikle yandaşlara rant sağlayan projelerin takıldığı yargı denetimini yok edecek düzenlemeler yaptı. Atama ve tayinlerle kilit noktalara yandaşlarını yerleştirdi ve oluşturduğu yeni mahkemelerin kritik siyasi davalara bakmalarını sağladı. Daha açık bir ifade ile yargıyı, siyaseti kendisinin isteğine uygun dizayn edecek şekilde yapılandırdı.
2010 yılı anayasa referandumunun ardından AKP ile FETÖ cemaati arasında alttan alta süren paylaşım kavgası, 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonları ile su yüzüne çıktı. Bu süreçte statüko ile iş birliğine giden AKP, bu operasyonları FETÖ cemaatinin kumpası olarak ilan etti ve işin içinden sıyrıldı.
Ne yazık ki, önceki yıllarda iktidarlar tarafından korunan ve AKP’nin iktidar olması ile birlikte devlette birçok kilit noktaya adamlarını yerleştirmiş olan FETÖ cemaati pes etmedi ve 15 Temmuz 2016 tarihinde, ülke kanlı bir darbe girişimi ile karşı karşıya kaldı.
Darbe girişimini fırsata çeviren AKP, 20 Temmuz 2016 tarihinde Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Olağanüstü Hal (OHAL) ilan ederek kendi darbesini yaptı. Tüm bu süreçlerde statükocu anlayışla iş birliğine giden AKP’nin verdiği en önemli taviz, devam etmekte olan Çözüm Süreci’ni bitirmesi ve çözüm masasını devirmesi oldu.
Çözüm masasını devirip MHP ile ittifaka giren AKP, hedefine 7 Haziran 2015 milletvekili seçimlerine parti olarak giren HDP’yi koydu. Zira kurulduğu 2002 yılında iktidar olan AKP, 7 Haziran 2015 seçimlerinde parlamento çoğunluğunu kaybetmesine neden olarak HDP’yi ve onun yönetim kadrosunu görüyordu.
Buna ek olarak iş birliği yaptığı MHP’nin temsil ettiği siyasi çizginin de bastırması ile Kürt halkının yanı sıra bu ülkenin etnik, dini, mezhepsel ve sınıfsal farklılıklarından dolayı ezilen tüm kesimlerin temsilcisi olma iddiası ile siyaset sahnesinde yer almış olan, parlamentonun üçüncü büyük grubuna sahip HDP, her türlü hukuksuzlukla karşı karşıya kaldı.
2014 ve 2019 yerel seçimlerinde seçilen HDP’ li belediye başkanları ile belediye meclis üyeleri, haklarında herhangi bir yargı kararı olmadan görevden alındılar ve yerlerine kayyumlar atandı.
AKP-MHP iktidar bloğu aynı süreçte muhalefetinde desteği ile bir hukuksuzluğa daha imza attı ve dokunulmazlıklarını kaldırttığı HDP eş genel başkanları ile milletvekillerini tutuklattı.
Böylece bu milletvekillerine oy veren milyonlarca seçmenin parlamentoda temsili engellendi. Zira seçilen milletvekilinin dokunulmazlığı kendisine vekâlet veren seçmene tanınmış bir haktır. Öte yandan Partiye yönelik operasyonlarda binlerce partili gözaltına alındı tutuklandı.
Olağanüstü Hal (OHAL) sürecinde, işçi-memur on binlerce kamu çalışanı, kararnamelerle kamudan ihraç edildi. İktidar partisinde siyaset yapan ve geçmişte FETÖ’ ye övgülerde bulunmuş olanlara dokunulmazken, birçoğu mesnetsiz iftira ve ihbarlara dayanan ihraçlara maruz kalan emekçilerin yargıya gitme hakları ellerinden alındı.
Son birkaç yıldır Türkiye’de hukuksuzlukta sınır tanınmıyor. Ülkenin yazan çizen muhalif, aydın, yazar ve gazetecileri, ülkenin yaşadığı derin ekonomik ve siyasi krizleri sosyal medyada paylaşan yurttaşlar, eğitim haklarının gasp edilmesine, okudukları üniversitelere kayyum Rektör atanmasına karşı çıkan öğrenciler, bilimsel gerçekleri söyleyen bilim insanları, insan hakları savunucuları, hukukçular evlerinden gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor.
Kısacası ülke, 20 yıllık AKP iktidarı eliyle yurttaşlarına hukuksuzluğun her türlüsünün yaşatıldığı cehenneme döndü.
Yukarıda belirttiğim gibi, kendisine asgaride de olsa “Demokratım” diyen her Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının, tüm bu hukuksuzluklara karşı çıkması insan olmasının gereğidir. Ne yazık ki, bu ülkede kendisine muhalifim, demokratım, demokrasi ve hukukun üstünlüğünden yanayım diyen bazı siyasetçiler, hukuksuzluklara maruz kalan birey veya kurumun kimliğine ve aidiyetine göre tavır sergilemektedirler.
Özellikle İmamoğlu’nun karşı karşıya kaldığı hukuksuzluğa karşı çıkan sistem içi muhalefet, iktidar bloğunun son yıllarda başta HDP olmak üzere, muhalif kişi ve kurumları hukuksuzlukla tasfiye etmesine seyirci kaldıklarında, hukuksuzluğun ülkenin rutini haline gelmesine destek verdiklerini bilmek zorundadırlar.
Maalesef İmamoğlu’nun aldığı cezaya karşı çıktıkları iddiasında olanlar, aynı süreçte mecliste dokunulmazlığı kaldırılmış olsa da halen yargılanması sonuçlanıp mahkûmiyeti kesinleşmediği halde tutuklanıp cezaevine konduğu için meclis oturumlarına katılamayan HDP Diyarbakır Milletvekili Semra Güzel’in, milletvekilliğinin devamsızlık nedeniyle düşürülmesine destek veriyorlardı.
Peki, bu desteği verenler, tutuklu bir milletvekilinin parlamentoya gelmesinin mümkün olmadığını bilmiyorlar mı? Biliyorlarsa, hukuksuzluğun muhatabına göre tavır almanın, hukuksuzluğun ülkenin rutini haline gelmesine katkı vermek olduğunu bilmeleri gerekmez mi?
Peki, Soma iş cinayeti sonrası katliamda hayatını kaybeden maden emekçilerinin ailelerine destek için Soma’ya giden Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Avukat Selçuk Kozağaçlı ile arkadaşları hukuksuz bir şekilde tutuklanıp mahkûm edilirken sesleri çıkmayanlar.
Ya da bilim insanı kimliği ile iddialar araştırılsın dediği için sabahın köründe evinden gözaltına alınan ve tutuklanan 62 yaşındaki Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korun Ficancı’nın gözaltına alınmasına sessiz kalanlar, sessiz kalmak suretiyle hukuksuzluklara destek verdiklerinin farkında değiller mi?
Evet, tüm bunlardan çıkarılacak dersi kısaca özetlemek gerekirse; hukuksuzluğa ‘âmâ’sız, ‘fakat’sız karşı çıkmayıp, hukuksuzluğa maruz kalanın etnik köken, din ve mezhep inanışı ile siyasi düşüncesine göre tavır belirleyenler, bugün İmamoğlu olur, yarın bir başkası, sonuçta bu tür hukuksuzluklara bilerek onay vermiş olurlar!
Unutulmamalı ki, adalet bir gün herkese lazım olur lafı öyle rastgele söylenmiş bir laf değildir!