Seçim sath-ı mailine girdiğimiz bu günlerde, sosyal devletin 1980’lerde başlayan yıkımının 2002 yılında iktidar olan AKP’nin son darbeleriyle tamamlanmış olmasının yol açtığı yoksullaşma ve güvencesizlik ortamında, AKP’nin çözüm olduğu algısını yarattığı günübirlik “müjde”leri ile seçim çalışması yaptığına tanık oluyoruz.
Seçime giderken iktidarın bu propaganda aracına sarılması boşuna değil. Kendisinin can havliyle bu araca sarılmasının altında yatan neden, en has uygulayıcısı olduğu neo liberal programla sosyal devletin tasfiye edilmesinin yol açtığı derin yoksullaşmadır. İktidar bloğu, neo liberal ekonomik programın yol açtığı mağduriyetlerin bu seçimlerde önüne geleceğini çok iyi görüyor ve bunu rötuşlarla bertaraf etmeye çalışıyor.
Kuşkusuz iktidarı bu politikayı izlemeye iten nedenlere vakıf olabilmek için öncelikle, “Sosyal devlet nedir? Yok edilmesini kim veya kimler istedi? Niçin istedi ve kim yok etti?” sorularının cevaplandırılmasına ihtiyaç vardır.
Konuyu değerlendirirken iyi anlaşılabilmesi adına sosyal devletin tarifine bakmak gerekir. Ancak bu şekilde, devleti yönetenlerin icraatlarının, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2. maddesinde devletin değişmez temel niteliklerinden bir olarak belirlenmiş olan “Sosyal Devlet” ilkesini ihlal etmek olduğu sonucuna ulaşmak mümkün olacaktır.
Sosyal Devlet, elinde bulundurduğu kanun gücü ile yüksek gelirlilerden topladığı kaynakları, daha düşük gelirli yurttaşlara nasıl dağıtacağını belirlemiş devlettir. Elbette geliri adil paylaştırmanın tek aracı sadece nakit para vermek değil.
Değişik adlar altında yapılacak yardımlar ve verilecek hizmetler de gelirin adil paylaşımının araçlarıdır. Bu özelliğinden dolayı, sosyal bir devletin topladığı kaynakları yönlendireceği kesim, toplumun emeğiyle yaşayan çoğunluğudur.
Yani işsizler, sakatlar, emekliler dâhil tüm ücretliler ya da ücretli potansiyeli taşıyan kesimler, kamunun sosyal harcamalarla yaşam düzeyini yükseltmesi gereken hedef kitlelerdir. Burada, devleti yöneten siyasi yapılanmanın toplumsal katman ve sınıflara bakışı belirleyicidir.
Bu bakış, ücret ile sosyal destekler politikasını, bu politika ise gelir paylaşımını belirler. Kuşku yok ki, tüm ücretler aslında sosyal niteliktedir. Dolayısıyla ücretler, ekonomik olmaktan daha çok sosyal bir kategoridir.
1980’li yılların ortalarından itibaren Türkiye’de sosyal devlet tartışmanın merkezine oturtuldu ve sistem sözcüleri tarafından sorgulanmaya başlandı. Ne yazık ki bu tartışmaların merkezinde, sistemi emeğiyle yaşayan kitlelerin ihtiyacına göre düzenlemek ve onlara daha iyi hizmet vermek yoktu. Çünkü tartışmalar sistemin bütçe üzerinde yük oluşturduğu üzerineydi.
Elbette bu bilinçli bir saptırmaydı. Yeni liberal anlayış, halkın vergileriyle oluşan bütçeden bir miktar kaynağın, ülkenin desteğe muhtaç emekçi kesimleri için kullanılmasını sorguluyordu. Yukarıda belirttiğim gibi, Anayasanın 2. maddesinde devletin temel niteliklerinden biri olarak belirlenmiş olan sosyal devlet ilkesi gereği genel bütçeden sosyal güvenlik sistemine aktarılan kaynak, açık/kara delik diye anlatılıyordu. Bu tartışma toplumda kafa bulanıklığına yol açtı.
Böylece yeni liberal ekonomik programın uygulayıcıları, ellerinde bulundurdukları iktidar olanaklarını da kullanarak, sosyal güvenliği insan haklarına dair uluslararası belgelerde herkese hak olarak tanınmış olması özelliğinden kopardılar.
Hâlbuki sosyal güvenlik sistemi lütuf değil, işçi sınıfının kendisini güvenceye almak için verdiği mücadeleler sonucu kazandığı bir haktır. Bir başka deyişle, kapitalist sistem işçi sınıfının mücadelesi sonucu toplumun güçsüz kesimlerini güçlü kesimlere karşı korumak amacıyla sosyal güvenlik sistemini bünyesine monte etmiştir.
Kapitalizm öncesi dönemde, bazı meslek grupları kendi aralarında kurdukları sandık ve vakıflar eliyle kendilerini güvenceye almaya çalışırken, günümüzde uygulanmakta olan modern sosyal güvenlik sistemi 1880’li yılların Almanya sın da Bismarck öncülüğünde geliştirilen sistemden esinlenmiştir.
Bismarck sisteminde mesleki faaliyet esas alınmakta ve sistemin finansmanı işçiler ile işverenlerin ödedikleri primlerle sağlanmaktayken, 1940’lı yıllarda İngiltere’de uygulanmasına başlanan Beverdige planı çerçevesinde yürürlüğe konan sistemde, toplumun tamamı sosyal güvenlik şemsiyesi altına alındı ve finansmanı merkezi bütçeden aktarılan kaynakla sağlandı.
Türkiye Cumhuriyeti’nde 1936 yılında çıkarılan 3008 sayılı iş yasasında bir sigorta kurumunun kurulması yer almış ise de yasanın çıkmasından 9 yıl sonra 1945 yılında, işçi sigortaları kurumu oluşturulması için yasal düzenleme yapılabilmiştir.
Sonraki yıllarda 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu ile kamu çalışanları, 1479 sayılı kanun ile de Bağ-Kur oluşturularak serbest çalışanlar, esnaf ve sanatkârlar sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınmışlardır.
Sistemdeki tıkanıklıklar zaman zaman yapılan düzenlemelerle giderilmeye çalışılmış ise de sistemde standart ve norm birliği sağlanamamış ve sosyal destekler alanındaki eksiklikler hiçbir zaman tam olarak giderilmemişti. Üstelik sosyal güvenlik kurumlarının kaynakları başka alanlara aktırılıyordu.
Asıl garip olan ise sosyal güvenlik kurumlarının kaynaklarını başka alanlarda kullanan devlet, bütçeden sisteme destek amaçlı kaynak aktarılmasını topluma açık olarak anlatıyordu.
TİSK, TÜSİAD gibi sermaye örgütleri ile IMF, DB gibi uluslararası finans kuruluşlarının bastırması sonucu sistemde köklü değişiklikler yapmayı taahhüt eden AKP, önce kurumlar arasındaki farklı uygulamalara son vermek için, “Kurumları tek çatı altında birleştiriyorum.” diyerek çıkardığı 5502 sayılı yasa ile güya kurumları Sosyal Güvenlik Kurumu şemsiyesi altında birleştirdi.
Ancak uygulamadaki farklılıklar büyük oranda devam ediyor. Kuşkusuz sistemde asıl köklü değişiklik, 1 Ekim 2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile getirildi.
Asıl amacı sosyal güvenliği ortadan kaldırmak olan bu kanunların yürürlüğe girmesiyle birlikte, bireyler ve kuşaklar arası dayanışmaya dayanan kamu sosyal güvenlik sistemi, adım adım tasfiye edilmeye ve yerine Bireysel Emeklilik sistemi (BES) ile özel sağlık sistemi getirilmeye başlandı.
Bunda yadırganacak bir durum yok. Çünkü bu programın uygulanmaya konması yeni liberal ekonomik modele dayandırılmaktadır. Bu ekonomik model, emeklileri devletin sırtında yük gören ve kamu emeklilik sistemini sevmeyen bir sistemdir.
Çünkü yeni sistem, bu alanları sermayenin yatırım yapacağı alanlar olarak yeniden düzenlenmesini istiyordu. Zira kamu emeklilik sistemi, bu alana yatırım yapan özel sermayenin kar sağlamasının önünde engeldi.
Bu nedenle, kamu sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilmesi ve kamu emeklilik sisteminden emeklilere sağlanan imkânların mümkün olduğunca aşağı çekilmesi isteniyordu. Nitekim konuyla ilgili olarak TÜSİAD’ ın hazırladığı bir raporda, “Kamu Emeklilik Sistemi mutlaka varlığını sürdürmeli, ancak emekliler emekliliklerinde bu sistemden, çalışırken aldıkları ücretin %25’i kadar ücret almalılar.
Eğer daha fazla gelire ihtiyaç duyuyorlarsa, Özel Bireysel Emeklilik Sistemi’nden fon satın alarak ek gelir sağlamalılar.” demiştir. TÜSİAD aynı raporunda, “Devlet yurttaşların Özel Bireysel Emeklilik Sistemi’ne girişini özendirecek düzenlemeler yaparak, teşvik etmelidir.” deniyordu.
Rapor bununla da yetinmiyor, batma riskine karşı fonların devlet güvencesinde olması gerektiğini belirtiyordu. Kısacası sermaye örgütü TÜSİAD, yurttaşların emeklilik birikimlerini şirketler kullansın, ondan rant elde etsin, olur ya fonlar batarsa külfetini de yine devlet çeksin önerisinde bulunuyordu.
Peki, devlet kefil olduğu emeklilik fonlarının içini boşaltacak ve battık diyecek olan şirketlerin batırdığı parayı nereden karşılayacak? Elbette bizim vergilerimizden. Bu ülkede milyonlarca emekli ile emekçi maaşlarının insanca yaşanacak seviyeye çıkarılmasını istediklerinde kaynak yok diyenler, insanları Özel Bireysel Emeklilik Sistemi’ne girmeye teşvik etmek için kaynak bulmakta sıkıntı çekmiyorlar.
Sosyal devlet olmasından dolayı, devlet payı olarak merkezi bütçeden sosyal güvenlik sistemine kaynak aktarılması, açık olarak açıklanmakta ve sosyal güvenlik sistemini tasfiye için kullanılmaktadır. Hâlbuki gerek uluslararası belgelerde gerekse Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında sosyal güvenlik herkes için hak olarak tanınmış ve devleti bu hakkı sağlamakla görevlendirmiştir. Ayrıca Yargıtay ile Anayasa Mahkemesi birçok kararlarında; sosyal güvenliğin, sosyal devlet ilkesinin devlete yüklediği bir görev olduğunu vurgulamışlardır. Yine 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen İnsan Hakları Beyannamesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ile AB normlarında sosyal güvenlik temel bir insan hakkı olarak tanımlanmıştır.
Bütün bu ulusal ve uluslararası belgelere aykırı bir şekilde sosyal devletin temel görevlerinden olan sosyal güvenliğe kaynak aktarılmasının bütçe açığı veya kara delik olarak açıklanması, gerçekleri ters yüz eden manipülasyondur.
Çünkü Sosyal Güvenlik Sistemi’ne kaynak aktarılması, Anayasa’da yer alan “Sosyal Devlet” olmanın gereği aktarılması gereken devlet katkısıdır. Kısacası bu kaynak aktarımı, devletin gelirin adil paylaşımı görevinin yerine getirilmesidir.
Bir sonraki yazımda konuyu ayrıntılı bir şekilde işlemeye devam edeceğim. Çünkü iktidarın sözde “müjde”lerle gidereceğini söylediği mağduriyetlerin tamamının nedeni, sosyal devletin yok edilmesidir.