FACİALARIN NEDENİ SORUMLULARIN SORUMSUZLUĞUDUR!
Ne yazık ki, Türkiye 21 Ocak 2025 Salı günü yine bir facia haberiyle güne başladı. Zira denetimsizlik ve ihmaller zincirinin yol açtığı facialara bir yenisi eklendi ve Bolu Kartalkaya kayak merkezinde bulunan Grand Kartal Otel’inde çıkan yangında, bu ülkenin 79 yurttaşı feci şekilde can verdi.
Bebek var!
“Grand Kartal Oteli'nin üst katlarından bir adam “Bebek var!” diye bağırıyor. Alevler, dumanlar ve bebek var. İnsanlar ve onlarca insan yavrusu diri diri kavruluyor, dumandan nefes alamıyorlar, biz izlerken boğuluyoruz, onlar çaresizce yardım çığlıkları atıyorlar.
Hep birlikte izliyoruz, boğula boğula ölüyoruz hep birlikte. “Bebek var!” diyor adam, hiç değilse o yaşasın istiyor. İçeride bebek var, yangının orta yerinde, alevlerin arasında bebek var. Her şeyden habersiz, annesinin kucağında, boğulmak üzere olan bebek var.
Sabah oluyor, adamlar geçiyor mikrofonların ardına birer birer, “Ben sorumlu değilim ki” diyor, “Öbürü sorumlu.” Öbürü de, “Ben değilim ki sorumlu, beriki sorumlu” diyor. Sorumlu yok, utanma yok, insanlık yok, bebek de yok artık.
Sen bir piliç kamyonunun soğuk kasasında uyu bebek. Birilerinin sıcak kasasında birikmiş para tomarlarıyla insanlık satın alınamayacağını öğretene kadar bize uyumak yok. Bu toprakları her bebeğimiz için cennet yapana kadar bize durmak yok.”
Selahattin Demirtaş
Yukarıya aldığım metin 8 yıldır Edirne Yüksek Güvenlikli Cezaevinde tutulan, HDP önceki eş genel başkanı Selahattin Demirtaş’a ait. Yüreği insan sevgisiyle dolu değerli insan Sayın Demirtaş, öncekilerde olduğu gibi bu faciada da bu ülke insanın yaşadığı acıyı yüreğinde hisseti ve ders verir nitelikte, duygu yüklü bu metni paylaştı. Bu şiiri televizyon ekranlarında okuyanların sesleri titredi, gözyaşlarına engel olamadılar.
Ne demişti ünlü Rus yazar Lev Tolstoy, "Acı duyabiliyorsan canlısın, başkalarının acısını duyuyorsan insansın." Evet, başkasının acısını hissetmek insan olmanın olmazsa olmazıdır. Bu nedenle, Sayın Demirtaş da hemşerisi Şair Amed Arif’in, "Nerede bir can ölse, oralı olur yüreğim. Olmalı zaten. Olmazsa insan olmaz yüreğim" cümlesini yaşayarak kanıtlayan önemli bir kişilik. Demirtaş, her faciadan sonra yaptığı gibi, bu toplumun her derdini her sorununu ve acısını yüreğinde hisseden bir siyasetçi olduğunu biz kez daha anlamayanların kafalarına vura vura kanıtladı.
Maalesef özellikle son yıllarda, Türkiye tedbirsizlik ve ihmallerin yol açtığı pek çok facianın yaşandığı ve her birinde onlarca insanın can verdiği ülke oldu. Ne yazık ki Türkiye toplumu bunları kanıksadı. Dolayısıyla çabuk unutuyor. Zira Türkiye toplumu sorgulama yeteneğini kaybetmiş bireyler topluluğuna dönüştü. Bir başka deyişle, toplum yurttaşlıktan tebaaya dönüştü.
Asıl acı olan ise her facianın ardından, kameraların karşısına geçen etkili ve yetkili makamlarda oturanların, "Müfettiş, bilirkişi, savcı görevlendirdik, olay tüm detayları ile aydınlatılacak, tüm sorumlular hukukta hesap verecek" gibi yapacağız, edeceğiz açıklamalarıyla hamaset yapmalarıdır.
Bolu Kartalya’daki yangın bir kez daha bize gösterdi ki, devlet bir bütün olarak yönetilmiyor. Bir yanda tüm yetkileri kendinde toplamış merkezi yönetim ve onun tek kişiye bağlı yönetim şekli diğer yanda ise yetkileri günden güne tırpanlanan yetkisiz yerel yönetimler. Devletin bütünlük içinde yönetilmemesinin yansıması olarak, her faciadan sonra siyasi hasımlıkla genel ve yerel yönetimler sorumluluğu birbirinin üzerine atıyorlar. Yani Sayın Demirtaş’ın da şirinde vurguladığı gibi, "Sorumlu ben değilim o!" diyorlar. Acı ama gerçek olan şu, bu yönetim anlayışı devam ettiği sürece, öncekiler gibi bu facia da ilk olmadığı gibi korkarım ki sonda olmayacaktır.
Söylemesi çok acı ama gerçek, maalesef bu ülkede her faciada veya doğal afette yiten canlar sadece sayı oldu. Toplum olarak bunu son faciada çok acı bir şekilde bir kez daha deneyimledik. Nitekim 79 insanın cenazeleri kalkmadan, facianın siyaset malzemesi yapıldığına hepimiz şahit olduk. Zira yangın söndürme çalışmalarının devam ettiği, yangının ağır bilançosunun henüz tam olarak netleşmediği saatlerde, kameraların karşısına geçen Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, otelle ilgili olarak Bolu Belediyesi'nin düzenlediği itfaiye raporlarının "olumlu" olduğunu söyleyerek, yangının sorumluluğunu bir şekilde CHP’li Bolu Belediyesinin üstüne attı. Bunun üzerine açıklama yapan Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan ise; itfaiyenin 2007'den beri herhangi bir olumlu rapor düzenlemediğini söyledi. Özcan ayrıca tesisin belediyenin yetki sınırları dışında olduğunu, dolayısıyla ruhsatlandırma ve denetim yetkisinin bakanlıkta olduğunu belirtti.
Ben yetki tartışmasının tarafı olmayacağım. Zira olayın meydana geldiği günden bu yazının yazıldığı saatlere kadar, yazılı ve görsel medyada çok şey yazıldı, söylendi. Ancak şu kadarını belirtmeliyim, velev ki belediye rapor verdi. Süreç içinde ilgili bakanlık işletmeyi her zaman denetleme ve tespit ettiği eksikliklerin giderilmesi için rapor düzenleme yetkisine sahiptir. 2007 yılında verilmiş olumlu raporun üzerinden geçen 17 yıl içinde turizm bölgesi içinde olan otel, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından denetlendi mi? Denetlendiyse bu eksiklikler tespit edildi mi? Edildi ise göz mü yumuldu? Göz yumanlar kim, bunlar hakkında bir işlem yapılacak mı?
Elbette bu soruları çoğaltmak mümkün. Ancak yaşadıklarımızın sistem içi kısır çekişmeleri aşan, sistemin bizzat kendisinden kaynaklanan daha komplike nedenleri var. Dolayısıyla, onları bilince çıkarmak için tartışmayı bu kısır döngünün dışına taşıyarak sistemi sorgulamaya yöneltmek gerekiyor.
Zaman zaman yazılarımda Türkiye’nin vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü bir ülke haline getirildiğini belirtirim. 21 Temmuz 2024 tarihinde bu köşe de yayımlanan “KAPİTALİZMİN EN VAHŞİ ÇAĞINDAYIZ!” başlıklı yazımın konuya ilişkin bir paragrafında kısaca; "Kuşku yok ki, Türkiye kapitalizmin en vahşi halinin uygulandığı bir ülkedir. Ülke, emeğiyle yaşayan nüfusun büyük çoğunluğunun, yoksulluğunda ilerisinde açlık tehlikesi ile karşı karşıya olduğu bir süreci yaşıyor. Türkiye kişi başı yıllık ortalama gelirde Avrupa’nın 33 ülkesi içinde sondan ikinci sırada yer alıyor." diyerek özellikle AKP iktidarında, kapitalizmin emek ve kaynak sömürüsünün en vahşi halinin uygulandığını belirtmiştim.
23 yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarı, kendisinden önce başlayan sermayeye kaynak aktarma politikasını en acımasız uygulayan iktidardır. Zira AKP, uluslararası sermayenin istemlerini harfiyen yerine getirmenin yanı sıra etrafında kümelenen küçük ve orta ölçekli Anadolu sermayesinin temsilcisidir ve bu sermayeye kaynak transferini hızlandırmakla mükelleftir. Bunun için kuralsızlığı kural haline getirerek, bir yandan ucuz emek üzerinden daha çok kazanmalarının zeminini hazırladı, diğer yandan değişik araçlarla kaynak transferi yaptı. Bugün yaşanan faciaların büyük çoğunluğunun bu sermayenin işlettiği işletmelerde meydana gelmesi, bunların denetimden muaf tutulmasındandır.
Elbette tek başına bu, vahşi kapitalizmi yaşamamızın nedeni değildir. Kabul etmek gerekir ki, bu politika 1980’li yıllarda başlayan ve 1990’lı yıllarda reel sosyalizmin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra tek kutuplu dünyada kendisini rakipsiz gören sermayenin dünya genelinde uygulamaya koyduğu genel sömürü politikasından bağımsız değildir. Dolayısıyla Türkiye’de olduğu gibi, dünya genelinde sistem içi siyasi çekişmelerde taraflar arasında çok küçük nüanslar vardır. Bu farklılığın en belirgin yanı sağ siyaset, rantı önceleyip doğa tahribatı pahasına doğal kaynakları sermayenin talanına açarak emek sömürüsünde sınır tanımazken, sosyal demokrat siyaset ise daha insani yaklaşmakta ve insanların göreceli de olsa daha iyi şartlar da yaşamalarını sağlamaya çalışmaktadır. Birincisinde sermaye kuralsızdır, denetim istemez ve onu yapan devleti serbest piyasaya engel olmakla suçlar. İkincisinde ise piyasanın düzenlemesi ve denetiminde kamuyu etkin kılmaya ve devleti denge mekanizması haline getirmeye çalışır. Elbette bu küçük nüanslar sistemi aklamaz. Ancak sistemin bu küçük farklılıklara bile tahammülünün olmadığını yaşayarak görüyoruz.
Sonuç olarak bu ülke, vahşi kapitalizmin insanlarımızın canı pahasına büyük götürdüğü ülke oldu. Bu nedenle, artık kim olduğumuz ve hangi şartlarda yaşadığımızdan bağımsız olarak hepimiz hayatın her alanında risk altındayız. Ülkeyi bu kısır döngüden çıkarmak hepimizin boynunun borcudur. O zaman sayın Selahattin Demirtaş’ın son cümlesinde belirttiği gibi, “Bu toprakları her bebeğimiz için cennet yapana kadar bize durmak yok!”