Türkiye'de Egemenlik Milletin Olamadı
Dün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ydı. Aynı zamanda 23 Nisan 1920 tarihinde açılan Türkiye Büyük Millet Meclisinin de 105. yıldönümüydü.
Evet, birinci emperyalist paylaşım savaşına (Birinci Dünya Savaşı), İttifak Devletleri'nin başını çeken Almanya saflarında katılan Osmanlı İmparatorluğu, İttifak Devletleri'nin i savaşı kaybetmeleri üzerine savaştan mağlup çıkmış ve ülke İtilaf Devletleri tarafından bölüşülmüştü. İmparatorluğun başkenti İstanbul’un, İngiltere tarafından işgali ile Osmanlı Devleti işlemez hale geldiği için işgale karşı savaşacak durumda değildi. Dolayısıyla alternatif arayışına giren sivil ve askeri bürokrasi, Anadolu’da yeni bir oluşuma gidilmesi sonucuna vardı ve çalışmalara başladı.
Bu süreçte Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıktı. Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun’a ayak basmasıyla, 1919 yılı milli mücadeleye öncülük edecek alternatif bir yönetimin hazırlıkları ile geçti. Bu çerçevede 22 Haziran 1919 tarihinde Amasya Genelgesi yayınlandı. 23 Temmuz Erzurum, 4 Eylül Sivas kongreleri yapıldı. Bu arada işgal altındaki İstanbul’da faaliyetleri durdurulmuş olan Meclis-i Mebusan'ın bir kısım üyeleri de Anadolu’ya geçtiler. Karadeniz ile Orta Anadolu ve Doğu Anadolu’da önemli çalışmalar yapan, Sivas ve Erzurum kongrelerinin toplanmalarına öncülük eden Mustafa Kemal Paşa’nın, Ankara’ya geçmesiyle meclis açma çalışmaları hız kazandı. Bu süreçte, genelde valiler tarafından belirlenip görevlendirilen, çoğu temsil ettikleri bölgelerinin sözü dinlenen ileri gelen kanaat önderlerinden oluşan, milletvekilleri Ankara’da toplandılar ve 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da Büyük Millet Meclisi açıldı.
Meclis bir yandan Anadolu topraklarının işgalden kurtarılması için kurtuluş savaşını yönetecek kararlar alırken, diğer yandan ise yeni devletin temellerini atıyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte, padişah yetkilerini paylaştığı Meclis-i Mebusan'ın kurulmasına rıza göstermiş olsa da monarşi devam ediyordu. Aslında Büyük Millet Meclisi'nin açılması yeni devletin yönetim şekli hakkında ipuçlarını veriyordu. Zira Büyük Millet Meclisi açılmış olması, milletin seçtiği temsilcileri aracılığıyla temsil edildiği meclis tarafından yönetilmesine giden yolun başlangıcıydı.
Meclisin kurulması, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması ve 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Anlaşması'nın imzalanmasıyla, yeni devletin kuruluşunun ilanı çalışmaları hız kazandı. 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet ilan edildi ve yeni devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak ilan edilmiş oldu.
Kurtuluş Savaşı şartlarında 1920 yılında TBMM’yi kurarak yola çıkan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” deyimiyle cumhuriyetin olması gereken özelliğini ortaya koymuşlardı. Kısacası TBMM’nin kurulmuş olması, cumhuriyetin temsili demokrasiye dayandırıldığının kanıtıydı. Yani millet, yeni yönetim şeklinde belirli süreler için, seçeceği vekiller eliyle temsil edilecekti. Maalesef pratikte bu hakimiyet hiçbir zaman tam anlamıyla millette olmadı. Dolayısıyla sıkıntılar hep devam etti. Halbuki Türk Dil Kurumu (TDK) cumhuriyeti, “Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimidir.” şeklinde tanımlamıştı. Ne yazık ki ülkede bu tanıma uygun bir yönetim biçimi tam olarak hayata geçmedi. TDK’nın tanımına göre; imparatorluk, padişahlık, sultanlık gibi yönetim biçimlerinde, yöneten toplum ilişkisi yönetenden topluma doğru işlerken, çağımız yönetim şekli olan cumhuriyette halkın emekçi çoğunluğundan devlete doğru işlemek durumundadır. Böyle bir ilişki biçiminin olmadığı durumda, halkın kendi kendisini yönettiği demokratik bir yönetimden söz edilemez.
Kuşkusuz halkın gerçek anlamda temsili, onun katılımını esas alan yerel ve merkezi yönetimlerin, bizzat halk tarafından veya onun adına görev yapacak yerel ve genel meclis ile yargı organları tarafından denetlendiği, şeffaf, hesap veren yönetim anlayışının hakim olması ile mümkündür. Bu da yeterli değildir. Yönetenlerin, seçenlerin (seçmenin) iradesinin temsilcisi olan seçilmişlere dokunmaması ve yüz kızartıcı bir suç işlemediği sürece seçilmişin, idarenin veya yargının kararı ile seçildiği görevden uzaklaştırılmaması için gerekli mekanizmaların oluşturulması gerekir.
Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 1923-1946 arasını kapsayan ilk dönemi, demokratik yarışın olmadığı, seçimlerin tek parti adaylarının seçilmesi ile sınırlı olduğu tek parti dönemidir. Türkiye Cumhuriyeti ilk çok partili seçimin yapıldığı 1946 yılından günümüze, 79 yıldır demokratik parlamenter sistemi kurumsallaştırmaya çalışan bir ülke olmasına rağmen, bu alanda yeterli olgunluğa ulaştığını ve gerçek demokrasiyi hayata geçirdiğini söylemek mümkün değildir. Kuşkusuz Türkiye’de gerçek bir demokrasinin kurulamamasından dolayı, yurttaşlardan gelen demokrasi, barış, eşitlik, adalet ve özgürlük talepleri de karşılık bulmuyor. Kaldı ki yurttaşların sahip oldukları temel insan haklarını kullanmak istemeleri, çoğu zaman şiddet ve cezalandırma yöntemleri ile bastırılıyor. Kısacası, kutsal devlet anlayışı ile “Söz konusu devletse gerisi teferruattır.” bakış açısı, demokrasinin gelişmesinin önündeki engel olarak varlığını sürdürüyor.
Tüm bu nedenlerle, Türkiye’de 1946’da çok partili hayata geçilmiş ise de toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçileri temsil edecek sosyalist partiler ile etnik yapılanmalar hep tehdit olarak gösterildi ve baskı altında tutuldular. 1980 sonrasında ise; bu baskıcı yöntem terörle mücadele adı altında iktidarlar ile onların emrindeki kolluk ile yargının suistimallerine olanak sağlayan, yoruma açık, esnek düzenlemelerle devam ettirildi. Tüm bu nedenlerle, merkezin hemen sağında ve solunda, birbirine yakın siyaset yapan partilerin katıldığı seçimlerin yapılmış olması, tek başına halk iradesinin tecellisini sağlayamadı.
Kuşkusuz halkın gerçek temsilcilerinin engellenmesi ve siyasetin her ne koşulda olursa olsun devleti kutsayan siyasi yapıların hegemonyasında olması, halkla devlet arasında aşılamayan duvarlar örülmesine yol açtı ve halk devletin içinde yaşananları öğrenemedi.
Tüm bu eksiklikleri kullanan ve gerçek bir demokrasinin kurumsallaşması için çalışacağını vaat eden AKP'nin, 2015 yılından sonra birlikte hareket ettiği MHP ile getirdiği tek adam yönetimi, 79 yıldır uygulanmaya çalışılan defolu demokrasiyi rafa kaldırdı. Yeni sistemle, kuvvetler ayrılığı ilkesi rafa kaldırıldı. Yetmedi 105 yıl önce açılan TBMM işlevsizleştirildi. Evrensel hukuk normları uygulanmıyor.
Anayasanın teminatı altında olan, basın özgürlüğü dolayısıyla halkın haber alma hakkı, muhalif yazılı ve görsel medya için yok edilirken, yandaş, hatta iktidarın kontrolündeki devlet medyası, gerçekleri çarpıtmaya ve gerçek dışı haberlerle insanları peşinen suçlu ilan etmeye devam ediyor. Düşünce ve düşünceyi uygun araçlarla yayma, toplantı, gösteri, yürüyüş, örgütlenme, toplu pazarlık, grev gibi temel hakların kullandırılmaması gibi birçok hak ihlali yaşanıyor. Aslında bu ülkede yaşayan, az çok okuyan, okuduğunu anlayan herkes neler yaşandığının bilincinde.
Şimdi 26 yıldır İmralı'da yatmakta olan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın, örgütün silah bırakması ve kendisini feshetmesi yönünde yaptığı çağrı, Türkiye’nin önüne önemli bir fırsat çıkarmış bulunuyor. 1920 yılında kurtuluş savaşının başarıya ulaştırılması ve kuruculuk gibi iki önemli görevle çalışmalarına başlayan TBMM inisiyatif alır ve ülkenin en önemli sorununun demokratik yollarla çözülmesi için gerekli düzenlemeler yaparak yürütmeyi adımlar atmaya zorlarsa, gerçek bir demokrasinin kurumsallaşmasının yolu açılmış olur.
Ülkeyi yöneten iktidarın bu fırsatı kullanıp kullanmayacağından bağımsız olarak, bu ülkede barıştan yana küçüğünden büyüğüne tüm siyasi parti ve yapılara, sendikalar ile demokratik kitle örgütlerine önemli görevler düşüyor. Zira yıllardır bu ülkeyi yöneten iktidarlar, çatışma ortamını demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmasının önüne set çekmek için kullandılar. Bu nedenle, Öcalan’ın çağrısının hayat bulması için herkes amasız ve fakatsız olarak üzerine düşeni yapmakla yükümlüdür. Ancak bu yapıldığında, cumhuriyetin ilanından bugüne kadar devletle yurttaşı karşı karşıya getiren ve acılar yaşanmasına yol açan ötekileştirmelerin önüne geçilmiş olur. Kısacası yurttaşı etnik kimliğinden, din ve mezhep farklılığından, siyasi ve felsefi düşüncesinden, giyiminden, kuşamından, dilinden, sınıfsal konumundan dolayı cezalandıran devlet yerine, demokratik bir devlet anlayışının hakim olması, gerçek bir barışın sağlanması ve tüm farklılıkların birlikte verecekleri mücadele ile mümkündür. Demokrasiyi araç olarak gören ve geçmişin defolu demokrasisini bile bu topluma çok görerek tek adam yönetimini bu ülkeye dayatan iktidarın başka hesaplarının olması, bu ülke insanına acılar yaşatan çatışma ortamının sona ermesinin ve barışın sağlanmasının önüne geçmemeli ve onun adım atması için üzerinde baskı kurulmalıdır!