Her geçen gün sonuçları ve hedefleri itibariyle karşı bir darbeye dönüşen OHAL ve KHK destekli uygulamalar 15 Temmuz darbe girişiminin asıl sorumlu ve kaynağını açığa çıkarma ve cezalandırma yerine, baş ta Kürt siyasi muhalefeti olmak üzere tüm toplumsal muhalefeti ezme stratejisini benimsemiş durumdadır. “Yeni Türkiye” sistemi olarak ifade edilen rejim değişimine karşı muhtemel muhalif potansiyeli taşıyan, her kesi hedef haline getiren, yaşanan siyasal krizi beka sorunu olarak gören, yeni Milliyetçi Ulusalcı ittifak; hukuksal ilkeleri bir tarafa iterek adeta siyasal, sınıfsal ve etnik bir arındırmayı gerçekleştirmektedir.
15 Temmuz darbesi sonrasında ilan edilen OHAL yönetimi ve bu yönetimin uyguladığı KHK ler OHAL’ ın İlan ediliş sebeplerinin çok ötesinde sonuç ve mağduriyetlere yol açmaktadır. Bu doğrultuda binlerce kamu çalışanı görevinden ihraç edildi, binlercesi açığa alındı. Hiçbir hukuk kuralı ve uluslar arası sözleşmeye uymayan uygulamalar devam edecek gibi görünüyor. Zulme dönüşen bu uygulamalar hiç bir biçimde suç ve ceza ilişkisi içinde değerlendirilemeyeceği gibi doğrudan çalışma hakkını dolayısıyla beslenme, barınma, eğitim ve sağlık hakkına erişimi ortadan kaldıran İkinci kuşak insan hakları ihlali olarak karşımıza çıkmaktadır.
Benzer bir uygulama 12 Eylül 1980-1983 yılları arasında 669 yasa ile gerçekleştiril-misti. Dolayısıyla 15 Temmuz sonrasında hükümet aynı usulü benimsemiş görünüyor. Şu ana kadar çıkarılan KHK lerle hak ve özgürlükler askıya alındığı, TBMM nin devre dışı bırakıldığı gibi binlerce insan aileleriyle birlikte hiçbir hukuksal sorguya tabi tutulmadan açlıkla terbiye edilmek üzere kaderleriyle baş başa bırakılmakta ve devlet yeniden yapılandırılmaktadır.
AKP ve MHP ittifakıyla Parlamentonun tamamen devre dışı bırakılması, “FETÖ ve terörist “ yaftasıyla hoşlanılmayan fikir vicdan sahibi her kesin göz altına alınıp tutuklanması, kapatılan belediye ve işletmelere kayyım atanarak mallarına el konulması, Halkın oylarıyla seçilen tüm belediye başkan ve Milet vekillerinin bir emir ile tutuklanarak ceza evlerine konulması, içeride ve dışarıda savaş politikalarının esas alınması, barışçıl ve demokratik hiçbir talep ve gösteriye tahammül edilmemesi, farklı yayın yapma ihtimali olan tüm basın yayın ve TV ler in, yüzlerce derneğin kapatılması, gazeteci yazar ve aydınların tutuklanması, geçmişte işbirliği yapılan tüm Batı ve Avrupai kurum ve değerlerle kavga içinde olunması, insan hakları kuruluşlarına meydan okunması gelecekte kurgulanmak istenen sistem ve rejimin mahiyetini de bize şimdiden göstermektedir.
2 bin 346 akademisyen -aralarında barış için imza veren akademisyenler de dâhil olmak üzere- üniversitelerden ihraç edildiler. Tıpkı, 12 Eylül askeri darbesi döneminde 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na dayanarak akademisyenlerin ihraç edilmelerinde olduğu gibi… Yenileri de bekleniyor. OHAL ihraçları bir 12 Eylül mirasıdır. 12 Eylül mirasının 15 Temmuz darbesi arkasında güncellemek “yetmez ama hayır” Anayasa kampanyasıyla da çeliştiği gibi siyasetten ilkesellik yerine çıkarcı ve fırsatçı bir tutumu ifade eder. Mevcut durum Türkiye’ nin’ de altına imza attığı Uluslar arası Çalışma Örgütü İLO nun 111. sözleşmesinin ilgili bentlerine de aykırı düşmektedir.
Gerek üniversitelerde gerekse kamuda çalışan on binlerce akademisyen, memur ve öğretmen’e reva görülen muamele eninde sonunda bir gün mutlaka yerel veya evrensel hukuk duvarına çarpacağından emin olmamız gerekir. Hiçbir hukuksuzluk ebediyen devam edemez. Tıpkı 1402 lik lerin durumu gibi yaşanan hak kayıplarıyla birlikte mutlaka bir çözüme kavuşacaktır.
Kuşkusuz bugün yaşananlar sadece Ekonomik ve sosyal hak kayıplarından ibaret değildir. Üniversitelerden sadece barış bildirisine imza attıkları için ihraç edilen akademisyen ve kamu çalışanlarının çalışma hakkından yoksun bırakılmalarının ötesinde bir durumla karşı karşıyayız.15 Temmuz darbesinden sonra KHK ler desteğinde ideolojik Saikler doğrultusunda sosyal, sınıfsal ve etnik bir arındırmanın gerçekleştirildiğini söylemek daha isabetli olacaktır. Uzun yıllar yaratılan algı, duygu ve korkular üzerinden bu politikaları benimseyen ve destekleyen yüksek oranda bir toplumsal desteğin de sağlandığını görmezlikten gelinmemelidir.
Baskıcı rejimler insan yığınları üzerinde yükselirken insanın beynini devre dışına iter ya da insanı ezer. Yoğun propaganda ve manipülasyonlarla beyni akamete uğratılmış insan Kutsal inanç ve ulusal semboller üzerinden baskıcı rejimin emrine girer. Bireyin ve toplumun sükûnet içinde düşünme ve çözümleme yapmasına olanak vermemek amacıyla devamlı gündem değiştirilmekte, yığınlar karşısında hitabet sanatının en baskılayıcı yöntemi kullanılarak yığınların düşünmeden güdülebilir hale getirilmesi sağlanmaktadır. C Başkanı’nın “ Sürü Çoban” benzetmesi tesadüfî bir açıklama değildir. 2500 yıl önce Platon’da aynı düşünceyi savunuyor ve demokrasiden hiç haz etmediğini söylüyordu. Şu an ilmek ilmek örülen şeyin sanal bir kurgudan ibaret olmayıp her gün adım adım yaklaşan ve yaşam bulan korkunç bir kaosun ayak sesleri olduğuna inanmak gerekir.
Baskıcı rejimlerin açıkça ortaya çıktığı dönemlerde ise insanı kullanma aşaması aşılıp, ezme aşamasına geçilir. Faşizmin bireyi, hem de topluma aldığından katbekat fazlasıyla katkı yapan bireyi nasıl gözünü dahi kırpmadan ezebildiğinin en önemli tarihsel örneğini Almanya’da 1933-36 yılları arasında uygulamaya koyulmuş olan “Aryan Irk olmayan ve kamuya yararlı olmadığı saptananların kamu hizmetinde bulunamayacağı” mealindeki yasa uygulaması oluşturur. Hitler dönemi uygulaması, ünlü üniversitelerindeki Nobel ödüllü akademisyenleri üniversiteden ihraç ederek, yurt dışına gitmelerine sebep olduğu gibi, içeride kalanların da Nazi kamplarında öldürülmeleri ya da intihara sürüklenmeleri yolunu açmıştır.
Faşizm, kendisine devamlı düşman ya da karşıt yaratarak hayatiyetini sürdürmeye çalışırken, en güçlü düşmanı olarak, düşünerek ve üreterek toplumun beyni olma işlevindeki birey ve toplulukları görür. Faşizm düşünen ve yaratıcı bireyleri ya düşünmeden çalışan “kurşun asker”e dönüştürür ya da ortadan kaldırır. Kurşun asker oluşumunda eğitim sistemi, ortadan kaldırma sürecinde ise devletin baskı gücü devreye girer.
Buradaki asıl sorum, böylesi kabarık sayıdaki görevden alınan öğretmenlerin yerine alınacak “sözleşmeli öğretmenler” ile yetiştirilecek neslin kalitesi hakkında siyasilerin endişeli olup olmadığıdır. Öğretmenlik salt bir formasyon kursu ile de kazanılacak bir maharet olmayıp, yıllarca çalışmanın kazandırdığı deneyimle oluşan birikmiş bilgi ve tecrübe ürünüdür. Sözleşmeli öğretmenin geleceği garanti olmadığından mesleğe ne denli sadık olabileceği fevkalade kuşkuludur. Kadrolu öğretmen maaşlarının dahi kalite üzerindeki etkisinin iyice incelenmesi gerekirken, bunun da ötesinde sözleşmeli öğretmen yaklaşımı vahim görülmelidir. Öğretmen inşaat emekçisidir, ama onun yaptığı inşaat betondan değil, nöron ve psikolojik dokudandır. Umarım, siyasiler bu mesele üzerinde bu konudaki ilgili eksperlerin görüşlerine başvurur ve toplumun geleceği üzerinde gerektiği kadar düşünürler.
Servetakbudak.com
Yararlanılan kaynaklar.
1-Tüm yazılar. Prof İzettin ÖNDER
2- OHAL İhraçları 12 Eylül Mirasıdır. Hüsnü ÖNDÜL